—Evet herkes altmış Euro’yu hazırlasın. Altmış Euro’yu hazırlamayan sırada beklemesin.
Hafif meyilli yokuşta bekleyen kalabalıkta bir hareketlenme oldu, başlar sağa sola çevrildi, kimi cebine baktı, kimisi sıradan çıkıp şaşkın şaşkın sağa sola döndü. Tam bu sırada esnafvâri, sıtma görmemiş bir ses yokuşun yukarısından bağırdı:
—Euro bulunur, Euro bozulur, haydi hemen köşede A.. Vize İşlemlerinde. Kırk beşe otuz beş vizelik fotoğraf çekilir haydi! Resmi işlemler yapılır...
Başlar tekrar çevrildi, ilgi bir an dağıldı, ancak sonunda yine pürdikkat sıranın ilerisine bakıldı. Alman Konsolosluğu vize bölümüydü burası, Gümüşsuyu’na inen yokuşta, bir aralıktaydı. Daha doğrusu taştan konsolosluk binasının arkasında bir kuytudaydı. İnsanda, Avrupa’nın ferah ovalarını görebilmek için önce bu fare deliğinden geçmek gerektiği hissini uyandırıyordu.
Sabahın ilk saatleri olduğundan sıra çok da kalabalık sayılmazdı. Zaten randevulu sistem denen bir sisteme geçmişti konsolosluk yakın zamanda. Ancak adı randevu olsa da onlarca kişiye aynı saatin verildiği de bir gerçekti. Orta sıralarda bekleyen Atıf Bey de bu garipliği düşünüyor, gut ağrıları tutan ayaklarına söz geçiremiyordu. “Ne âlemi vardı canım bu kadar insanı ayakta bekletmenin. Üstelik bir kıytırık telefon görüşmesi, randevu için on Euro vermemiş miydi? Vermişti ama, hemen ilerisindeki köylü Hüseyin Efendi’nin dediği gibi, “Alman’dı bu, adamı dikerdi...”
Kalabalığın çoğu Atıf Bey gibi yaşlı insanlardan oluşuyordu. Gençler de yok değildi. Yağmur sonrası paçaları kaplayan zifoslara inat yüzler temiz ve aydınlıktı.
—Beyler bayanlar altmış Euro’yu hazır tutalım. Bakın bozuk yok! Türk parası geçmez!.. Yalnızca Euro...
Sıranın başında bekleyen, pek de Türk’e benzemeyen Türk görevli bağırarak yine uğultuyu kesmişti. Sıra biraz dağınık gidiyor, kapıdaki kulübeye yedi sekiz metre kala başlayan demir korkuluklarla zoraki tek sıraya iniyordu.
Atıf Bey ilgiyle ileri bakıyor, sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Sırası gelen pasaportu ile birlikte Türk görevliye parayı veriyor, Türk görevli de Almanca bir şey deyip kulübeye uzatıyordu verilenleri. Sonra arama tarama işlemleri, pasaportun kontrolü falan derken bayağı zaman geçiyordu. İşte şimdi de gençlerden bir çocuk elindeki kocaman mağaza poşetiyle içeri alınmayı bekliyordu. Kulübedeki irikıyım yaşlı Alman, kafasını camdan uzatması sanki büyük lütufmuş gibi çocuğun poşetine bakıyordu. Galiba bu şeyden şüphelenmişti. Görevli de Alman’a yaranmak isteyen bir heves içindeydi. “Göster!” dedi sertçe, çocuk gülümsedi. “Peki,” dedi. Kalabalık da sıranın sıkıcılığını unutmuş, poşetten çıkacak şeyi bekliyordu. Çocuk ellerini poşete daldırdı ve sevimli yüzündeki gülümseme kaybolmadan kocaman bir çerçeveyi yukarı kaldırdı.
—Diplomam Herr Geçen sefer geldiğimde vize memuru diplomamın noterden onaylı örneğini kabul etmemiş, aslını istemişti. Ben de hatıra olsun diye çerçevelettiğim diplomamı böylece getirdim çaresiz...
Görevli güldü, kalabalık güldü ve sıkıcı hava birden dağıldı. Dikdörtgen pirinç çerçeve, bulutlardan süzülen sarı ışık huzmelerinin üzerinde kırılmasıyla bir anlığına havada ışıldadı. Çocuğun yakınındaki patavatsız Hüseyin Efendi, “Alman bile güldü ulan!” dedi.
Sırada yeniden uğultular, yorumlar başladı. Sorular, cevaplar havada uçuştu. O kadar çok belge isteniyordu ki, kimse kâğıtları tam getirdiğinden emin olamıyor, ya önündekinden ya da arkasındakinden medet umuyordu.
Bu çaresiz sıra, nedense Atıf Bey’in tesviye edilmemiş yollara benzeyen hafızasında yeni zikzaklar çizmiş, yaşlı adamı bir elli yedi yıl geriye götürmüştü.
**
*
17 Eylül 1950’de yine bir sıradaydı Atıf Bey. Ama bu kez çok farklı bir nedenle. General Lanfit’e binip Kore’ye gidecek olan bin sekiz yüz askerimizden biriydi kendisi. İskenderun Limanı’nda garip bir bekleyiş içindeydi. Fakat o zamanki sıra, şimdikine pek benzemiyordu. Korku ve cesaret bir aradaydı orada. Burada ise bir kenara atılmışlık, bir acayip eziklik vardı şimdi. Orada anlamsız da olsa bir savaşa giden milletin soğukkanlılığı varken, burada sanki mandepsiye basmış bir milletin acınası hâli vardır. Yine böyle ayakları ağrımıştı, yine böyle bir uğultu vardı ortalıkta. Yirmili yaşlarındaydı Atıf Bey. Hükümet, “Subay ve astsubaylar için gitmek zaruri,” demiş, gitmek istemeyene, “Buyur teskereni,” diye eklemişti. Atıf Bey gibi yedi göbekten asker bir ailenin evlâdına da yakışmazdı vazifeden kaçmak. Görev emri gelmeden gönüllü olmuştu.
Tam otuz günde, ince dilim ekmek, çorba ve karpuz eşliğinde varmışlardı Pusan’a. Sonra gemiden iniş trenler ve cemselerle Tae-gu’ya hareket. Sonra yine sıra, hep sıra hep yürüme... Ama bambaşka duygularla.
**
*
—Ben bilmiyorum, ben bilmiyorum!.. Burada işte burada!.. He valla hemşerim...
Atıf Bey’in düşünceleri bir anda dağıldı. Hemen önünde görevliyle tartışan Hüseyin Efendi’nin çaresiz serzenişlerine kulak kabarttı. Bozuğu yoktu yaşlı adamın. İki ellilik Euro’su vardı, bu da kurallara aykırıydı.
—Ya babam yok mu koskoca Alman Konsolosluğu’nda kırk avuro, gözün sevem, ben kaç saattir bekliyorum bu sırada.
Hüseyin Efendi’nin sekiz köşe kasketi kafasından ha düştü ha düşecek oluyor, kısacık boynu bir kaplumbağanınki misali omuzları arasında kayboluyordu.
—Lütfen beyefendi burası yeri değil. Kurallara riayet edelim!
Görevli bir eliyle dışarısını göstererek söylemişti bu sözü. Gözlerinden bıkkınlık okunuyordu.
Bu kibar uyarı az önce diplomasını gösterip içeri girmeye hak kazanan, ama hâlâ girişten ayrılmamış olan gençte, Tayfun’da garip bir tiksintiye yol açtı. Yakaları kürklü montunun üstünde dönen boynu, kafasının içindeki ağırlığı taşıyamıyor gibiydi. Bir an geçmişe gitmiş, aklı bulanmıştı genç adamın. “Lütfen beyefendi burası yeri değil!” Evet burası yeri değildi kabalık yapmanın, medeniyet yuvasıydı burası. Ah! Bu uyarı nasıl da benziyordu, geçen sene Amerikan Konsolosluğu’nda duyduğu uyarıya, hissettiği utanca. Orada da yine bir Türk görevli, yüzüne gişe camı kapatılan ve çok sinirlenip bağıran bir vatandaşımıza şöyle demişti: “Biraz medeni olun ya, burası Amerikan Konsolosluğu!” Evet dışarıda hayvanlık yapabilirdik, ne de olsa ahırlarda yaşıyorduk biz. Ama burada olmazdı. Ne demişti az önce o görevli, “Burası yeri değil!” Yazık yazık! Tayfun bir an, “Ne yapıyorum?” diye düşündü. “Bizleri böyle gören bir ülkede nasıl bir eğitim alacağım? Hayat yalnızca fen ve mühendislik değil ki. Onuruma söz geçiremezsem, aklım hiç dinlemez beni.”
**
*
Hüseyin Efendi sıradan çıkarken söyleniyordu. İnce omuzları iyice çökmüş, az önce rugan gibi parlayan yüzü kararmıştı. Sıraya şimdi tekrar mı girecekti, olacak iş değildi. Döviz bürosunu nereden bulacaktı. O tam bunları düşünürken, az önce işittiği gür ve saygısız sesi yine duydu.
—Dayı ne oldu, bozuk mu yok?
—He ya.
—Olsun biz bozarız.
Çaresizliğin olduğu yerde fırsatçılar vardır. Neyse ki Euro almayacak sadece bozduracaktı Hüseyin Efendi. “Sabır,” diyordu. Çok konuşup keyifli bir insan havası veriyordu ama kalın kaşlarının arasındaki derin yarıktan öfkesi de anlaşılıyordu. Lâkin kimseye kızmıyordu, kendinden başka. Ah işte, oğlunu kıramamış, Almanya’ya ziyaretine gitmeye söz vermişti bir kere.
**
*
Sırada bekleyenler Hüseyin Efendi dışında içeri girdiklerinde onları bir sıra daha bekliyordu. İşte şimdi de belgelerinin bir ön kontrolden geçmesi gerekiyordu. Çaresiz yine kuyruk oldu bezgin kalabalık. Neyse ki yaşlı nineler için oturacak birkaç bank vardı şimdi. Ama yine de mekân oldukça rahatsızdı. Üstü kapatılmış bir alandı burası, soğuk mu soğuk, çirkin mi çirkin. Tüple çalışan bir soba vardı ortada ama daha yakmak kimsenin aklına gelmemişti. Gençler için değil ama Atıf Bey gibi yaşlılar için bu büyük bir işkenceydi. Ellerde tutulan kâğıtlar soğuk, banklar soğuk, vize görevlilerinin içine saklandıkları demirden kulübeler soğuktu. Dedik ya arkada kalmış bir aralıktı burası, ardiye gibi bir yer. İnsanda, “Vize işlemleri için bile bizi evlerine misafir etmek istemiyorlar,” duygusunu uyandırıyordu. Özellikle Atıf Bey’de. Kendisini akranı görüp durmadan soru soran kadınlara cevap yetiştirmeye çalışırken, bir yandan da düşünüyordu yaşlı adam: “Nereden nereye!.. Dedelerim, atalarım Fransa Kralına, ‘Sen ki Françe vilayetinin Kralı Françesko’sun,’ demiş, ‘ben ki, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun, Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadir vilayetinin...ve daha nice memleketlerin sultanıyım, padişahıyım...’ demiş. Viyana kapılarına dayanıp etek öptürmüş, şimdi düştüğümüz duruma bak... Ah Saffet... Değerli dostum Doktor Saffet. Sen tedavim için beni Almanya’ya çağırmasan hiç çıkmazdım ya Anadolu’dan, neyse...”
—Bakar mısın kardeş, burada mı bekliyoruz? Yanlış olmasın da.
—Evet hanımefendi burası... Turistik vize değil mi?
—Turistik... Yok ben akrabaları ziyaret etcektim.
—Tamam turistik, burada bekliyorsunuz efendim.
Aslında tam bir İstanbul Beyefendisiydi Atıf Bey. Sabırla ve saygıyla yanıtlıyordu insanları. İnsanlarsa bir türlü emin olamıyorlardı bekledikleri yerden ve belgelerinden.
—Burası değil mi, doğru yani?..
Atıf Bey gülümseyip, “Endişe etmeyin efendim,” dedi. Yaşlı kadın hayatında kendisine “efendim” diye hitap eden ilk erkeğe şaşkınlıkla baktı. Atıf Bey’se yine askerliğin de verdiği gururla milli duygulara dalmış düşünüyordu. Binlerce kilometre öteye savaşa gitmiş, buz tutmuş Haan Nehri üzerinde yürümüş, Kum-yang-jang-ni, 156 rakımlı tepe harekâtında ve muharebesinde bulunmuştu... Bilinmeyen coğrafyalarda, bilmediği insanlarla savaşmıştı. Bir de şu hâline bakın şimdi. Tarihi yenilgilerle dolu bir milletin kapısı önünde, elinde mürekkep kokan kâğıtlarla, boynu bükük bekliyordu. Nereden nereye!.. Viyana kapılarında dövüşen dedeleri, Kut-ül Ammara’da İngilizleri esir alan babası, İstanbul’un işgaline dayanamayan teğmen gururlu amcaları ve Kore’de gazi olan kendisi. Tüm bu kahramanlıkların ardından, şu biteviye sıra ve vize bölümü, okka her yerde dört yüz dirhem dedirten katı Alman suratı. Ah Tanrı’m!.. Sen ne garip oyunlar oynatıyordun milletlere zaman içinde, nereden nereye!..
“Nereden nereye,” diyordu ya, aslında kendini dedeleriyle, babasıyla çok da bağdaştıramıyordu. Atıf Bey, heyecanlı torununun Kore Savaşı ile ilgili sözlerini istemese de hatırlıyordu. Onun, vize bölümünde kuyruk beklemekle elin Kore’sinde Amerika hesabına savaşmayı çok da farklı şeyler olarak görmeyeceğini de az çok kestiriyordu. Ne çetin çocuktu bu Yılmaz böyle. Alnını çevreleyen kıvırcık saçları dağılarak konuşuyordu: “Bırakalım dede artık bu Kore masallarını. Çanakkale’yi savunurken destan yazdık diyen, İngiliz’in oyununa gelerek kilometrelerce öteden bizimle savaşmaya gelen Anzaklara aptallar diyen sen değil miydin? E ne değişti şimdi? Kore’nin Anzak’ı da biz Türkler değil miyiz?.. Neyse... Almanya yolcusuymuşsun, vize görüşmesine ne zaman gidiyorsun?”
Belgelerin görevli tarafından kontrol edilip sıraya sokulmasının ardından tekrar bir insan sırası başlıyor, bu son sıranın sonunda ise vize görüşmesi yapacak memurlar bekliyordu. Genç Tayfun’un ilk dikkat ettiği şey buradaki görüşmecilerin Alman değil Türk olmasıydı. Amerika Konsolosluğu’nda böyle değildi, orada sert tavırlı Amerikalı memurlar vardı. Ancak zihniyetin aynı olduğu söylenebilirdi. İnsana hastalıklı bir varlık olduğunu düşündüren camdan sınır, demirden kulübe, vize görevlisiyle hiçbir fiziksel temasa izin vermeyen, belgelerin karşı tarafa sürülmesini sağlayan çekmece... Tavır da pek farklı sayılmazdı. Yine o katılık, yine o eşi menendi bulunmaz gurur. Galiba başvuru yoğunluğuyla baş edemeyen Almanlar işi taşeron bir firmaya vermişlerdi. Aman bizimle muhatap olmasınlardı!.. Biz Doğu toplumlarının vahşi çocuğu, savaşçı kalabalığıydık. Haremlerde kadınlar oynatıp rakı içer, raks ederdik... Rabbim! Bu ne cahillik. Bu yıl yüksek lisansa başlayacak olan Tayfun bu akıl almaz yorumlarla ve sorularla karşılaşınca bir an duruyor ve düşünüyordu: “Bizim gözümüzde büyüttüğümüz okumuş, entelektüel Avrupa bu mu? Anne karnındaki filin tüm gelişim evrelerini inceleyen, penguenlere çipler yerleştiren Avrupalı nasıl olur da yanı başındaki insanları tanımaz, onları böyle kolay ve bir asır öncesinin değerleriyle yargılar? Yoksa bizim bir penguen kadar ehemmiyetimiz yok mudur onların gözünde? Ya da onlar mı bu kadar muvazenelerini kaybetmişlerdir, tahterevallinin insanlık tarafına çökerek, bilimi yücelterek?
Az önce Atıf Bey’e soru soran yaşlı, başörtülü kadınlar şimdi ara ara Tayfun’a soruyorlardı belgelerinin tam olup olmadığını. Genç adam bu ezik, bu mahcup, acı çeker gibi gülen insanlara, kendi insanına sevgiyle yanıt veriyordu. O an bu kadınların ellerini öpmek, dizlerine kapanıp ağlamak istiyordu. İnsan acıdan ve eziklikten ne kadar zevk alırsa o da o kadar almak istiyordu. Şu yaptığı işe bir anlam veremiyor, yine de bu anlamsız sırada bekliyordu. Demir kulübeler içinde başlar gözüküyordu. Karşılarındaki görevliye dertlerini anlatmaya çalışan başlar. “Efendim biz terörist değiliz, vahşi hiç değiliz, paramız pulumuz var bizim, orada temelli kalmaya da hiç niyetimiz yok... Bakın bu evimin tapusu, bu da arabamın ruhsatı, şu ise hesabımdaki para... Tüm kimlik bilgilerim burada, işte sağlık sigortam, işte kalacağım yerin adresi, davetiyem, bordrom, iş yerinden iznim, sigorta dökümüm, imza sirkülerim, ticaret sicil gazetesi, çalıştığım yerin vergi levhası fotokopisi... Yetmez mi? Bakın dişlerime toplam otuz iki tane. Arzu ederseniz sayın, belki gerçek yaşımı öğrenmek istersiniz. O değerli coğrafyanıza hastalık bulaştırıp bulaştırmayacağımdan şüphe edersiniz...”
Atıf Bey de belgelerini sıraya sokturduktan sonra banklardan birine oturmuş, görüşme sırası beklemeye başlamıştı. Dört bölme çalışıyor, görüşmeler on, on beş dakika sürüyordu. Ama bazen de hiç uzamıyor. Genelde bu durum belge eksikliklerinden kaynaklanıyordu. Atıf Bey öylece dalmış görüşme yapanları izlerken, demirden kulübenin camında asılı duran bir kâğıt çekti dikkatini. Eskiden beri okumayı severdi, gözlerini kısıp harfleri zoraki seçerek yazının başlığını hecelemeye başladı: “ÜÇÜNCÜ ÜLKELERDE GÖRÜLEN KANATLI HAYVAN VEBASI...” Durdu ve bu veciz duyurunun alt maddelerine geçti. Ne yararlı bilgiler vardı, biz hep İstanbul’da tavuk, kaz besliyorduk ya. Ama insan durup durup daha şu ilk cümledeki “üçüncü” lafına takılmadan edemiyordu. “Hoş geldiniz üçüncü dünyalılar. Bakın sizi sizinle ilgili bilgilendirmeye daha şimdiden başladık...” Atıf Bey acı çeker gibi güldü ve “Hey Allah’ım,” dedi, “biz de Afrikalıları üçüncü dünya milleti sanırdık, adamlar çoktan bizi de küme düşürmüşler.” Aynı yazıyı, şimdi sırada hemen Atıf Bey’in sağında bulunan Tayfun da okumaktaydı. Genç adam öfkelenmiş, şakaklarındaki mavi damar hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Hiç bu derece aşağılandığını hatırlamıyordu. Farkında olmadan, merdane gibi kalın parmaklarının arasında sıktı resmi evrakları. Atıf Bey dayanamayıp, “Ne yapıyorsun evladım,” dedi, “yırtacaksın belgelerini.” Tayfun kendisine telaşla bakan, bu favorileri düzgün taralı, yüzü perdahlı tıraş edilmiş ihtiyarın sesinden ürkse de, parmaklarını gevşetmedi. Bir an boş boş baktı Atıf Bey’in yüzüne. Biraz da aptallaşmıştı. Ancak neden sonra kendini topladı. “Haklısınız, ama ne yapayım biraz sinirlendim,” dedi. “Baksanıza şu yazıya...”
Atıf Bey:
—Üçüncü ülkeler...üçüncü ülkeler... diye fısıltıyla birkaç kere okudu yazıyı. Bir Tayfun’un elindeki çerçeveli diplomaya, onu tutan kalın parmaklarına, bir de bir köşede asılı duran Almanya bayrağına baktı. Sonra o bayrak büyüdü büyüdü Atıf Bey’in gözünde, kocaman, geniş kanatlı bir kuş olup tüm gökyüzünü kapladı. Ne gariptir ki bu sırada bulutların bir oyunu olarak gökyüzü de kararmıştı. Tayfun birden sesi titreyerek:
—Siz ne düşünüyorsunuz efendim? dedi.
Atıf Bey soruyla irkildi. Asker kararlılığı taşıyan kaşlarını çatarak:
—Al kiraz üstüne kar yağmış evlat, dedi. Ne diyebilirim ki başka. Hatta al sancak üstüne kar yağmış...
Kasım rüzgârı sertçe esmeye başlayıp bedenleri titretir olmuştu. Dışarıdan korna sesleri geliyordu. Vize görüşmesinden biri çıkıyor, görüşmeye bir diğeri giriyordu. Sonunda Atıf Bey’e de sıra gelmişti. Tüm keyfi kaçmış, bakışları gölgelenmişti. Değer miydi yaşamak için, doktora gitmek için ömrünün sonunda böyle bir muameleye maruz kalmaya. Ama olmuştu işte. Kapıyı itip içeri girdi ve camdan bölmenin karşısındaki sandalyede yerini aldı. İlk başta karşısındaki bayanla doğrudan konuşacağını sandığından eğilerek yüksek sesle cevap verdi, ancak memurun uyarısı gecikmedi:
—Beyefendi bağırmanıza gerek yok! Önünüzdeki mikrofona konuşun.
“Yahu mahpus mu burası?” diye düşünmeden edemedi Atıf Bey. “Orada bile açık görüş var be!” Çaresiz doğruldu, alışık olmadığı mikrofona nefesini üfledi.
Memur:
—Önünüzdeki çekmeceye dosyanızı koyun! dedi bıkkın bir sesle. Atıf Bey ne olduğunu anlayamadan da kiraz ağacından, sürgülü çekmece gözleri önünden kayboldu. Memur diğer taraftan belgeleri aldı, yüzü de parmağındaki gümüş yüzük gibi donuktu. Atıf Bey niyeyse o anda, Kore Savaşı’nda düşmanla bile, şu anda karşısında duran memurla olduğundan daha fazla sıcak temasa girdiğini hatırladı.
Bayan memur baktı baktı, evirdi çevirdi, hesap sorarcasına birkaç soru sordu ve nihayet, “Eveeet,” dedi. Atıf Bey derin bir nefes aldı. Karşısındaki bayanın nasıl olup da böyle bir görevde, kendi vatandaşlarını sorguya çekebileceğini de bir türlü idrak edemedi. Sonundaysa düşünmeyi kesip kararı bekledi çaresiz.
—Bey amca, dedi bayan memur, her şey tamam da bu fotoğraf olmaz. Bizim ölçülerimizde değil bu, baksanıza nasıl oturtacağım bu çerçeveye ben bunu? Gidip dışarıda doğru dürüst bir fotoğraf çekinin, sonra da tekrar sıraya girin!
Atıf Bey sıraya girin sözünü duyunca bayılacak gibi oldu. Tüm uğraşısının sağdıç emeği olduğunu anlayan bir adamın bıkkınlığıyla zoraki gülümsedi:
—Şurada duran makasla bir zahmet kesseniz fotoğrafımı hanım kızım.
Atıf Bey’in sakin sorusuna bayan memur, elleriyle masayı itip, tekerlekli sandalyesinde hızla geriye giderek cevap verdi. Sırtında yeni yeni çıkmaya başlayan kamburunu oynatarak, hemen arkasındaki dolapta dosyalarla ilgilenir olmuştu çoktan.
Bu hareket üzerine Atıf Bey az önce anlayamadığı şeyi bir anda anladı. Ekmek derdine insan değil kendi vatandaşını, kardeşini bile sorguya çekerdi. Fakat ekmek!.. Ekmek!.. Böyle bir ekmek!..
Sonuçsuz bir tartışmanın ardından ufalmış, tespih böceği gibi kıvrıldıkça kıvrılmış bir hâlde çıktı kulübeden Atıf Bey. Tayfun onun solgun yüzünü görünce gerçekten üzüldü. “Efendim iyi misiniz,” dedi. “İyiyim iyiyim,” diye onu cevapladı Atıf Bey zorlukla. Sesinde yorgunluktan çok sinir vardı. Ancak kendine mi kadın memura mı yoksa Almanya’daki doktor dostu Saffet’e mi kızdığı belli değildi.
Tayfun koluna girip kapıya kadar götürdü Atıf Bey’i. Kapıda Atıf Bey kolundan kurtulacak olduğunda ise sımsıkı tuttu onu. “Bırakmam,” dedi. Atıf Bey’se, “Bırak evladım benim yüzümden sırandan olacaksın,” diye karşı koydu. Tayfun kararlıydı. Kaslı bedeninin kendinden emin hareketleriyle iyice girdi Atıf Bey’in koluna, “Boş verin,” dedi. “Gitmeden bunları gördüm, gitsem neler göreceğim kim bilir.”
Onlar Taksim’e çıkan yokuşu tırmanırlarken, Tayfun’un elinde tuttuğu koca poşet sallanıyor, hışırdıyordu. Diplomanın pirinçten köşeleri dışarıdaydı. Atıf Bey gözlerini kaydırarak, “Evladım,” dedi, “ne diplomasıdır o öyle.”
—Mühendislik efendim.
Atıf Bey o gün belki de ilk kez güldü. “Ne güzel,” dedi. “Benim de senin yaşlarında bir torunum var evladım, adı Yılmaz. O da öğretmen çıktı geçen sene. Şimdi Maraş’ta bir köyde öğretmen. Genç dimağlara ışık saçıyor, onlara bu milleti, ilmi, fenni, tarihi, Mustafa Kemal’i anlatıyor. Bu topraklara bilgi tohumları ekiyor... Belki bugün görmüyoruz o tohumları, o filizleri ama gün gelecek...
—Gün gelecek kirazlar boy verecek değil mi efendim?
Atıf Bey gülümsedi:
—Ya öyle... Ve o kirazların üstüne hiç kar yağmayacak...
Yeni kurulan garip bir dostluk içinde kol kola ilerlediler. Onlar ilerleyedursun, alt sokaklardan birinden parasını bozdurup gelen Hüseyin Efendinin sesi geliyordu:
-Yav babam ben avuro bozdurmaya gitmiştim, bırakın önden girem şu sıraya.... Allah rızası için...