Menu
ACITAN MÜZİK
Öykü • ACITAN MÜZİK

ACITAN MÜZİK

Söz de uçarmış, yazı da.
Cânım efendim, her sinede koskoca bir dağ varmış.
Ve ancak er kişinin himmeti, o dağı parçalarmış.
**
Ev ona sığınaktı elbet, yorgun adımlarla girdi.
Önce camları açtı, bütün gün sessiz mezarlar gibi duran bir evin havası ne de ağır oluyordu yarabbi! Sonra çantasını omzundan atıverdi. Pofulufduf! Süet çanta, yere düştüğü her seferinde bunu söylerdi. Bu sesi, çantanın da yorulmuş olduğuna dair delil kabul ederdi.
Şimdi ayaklarını uzatsa, bir de demli çay olsa, kendiliğinden bardağa doluverseydi; tepsiye konsa, içinde azıcık da şeker oluverseydi... Poffull! Çantasına takılmıştı yine, her akşam sana çarpmak zorunda mıyım, diye söylendi, çantayı ayağıyla bir kenara itti. Dufduffuf! Amaan anladık, dedi, yorulmuşsun, ama Allah aşkına, kapansın şu çenen, çanta değil misin, çantasın.
Mutfağa yürürken söylenmeye devam etti: Sanki bütün gün çanta koşuşturmuş da, şişen ayaklar onunmuş da... Ayakkabı da ayakkabıydı hani, iyi bir şey sanıp almıştı, ömründe bir kere olsun ayakkabı seçmekte isabet edebilse...... ahdi olsun ne olsun? Güzellik olsun. İyilik de olsun tabii.
Tam çaydanlığı eline almıştı ki, aklına geldi: Bebek! Annesi kesinlikle kızacak, muhakkak kızacak, manalı manalı, çilekeş gözleriyle gözlerine bakacak ve onun, ‘anne’ sözünün geçtiği her yerde, her zaman olduğu gibi yarası kanayacak.
O bıçak, sinesinde saplanmış durur ve her ‘anne’ sözü, geçerken vurur bıçağa.
“Senin saatini biliyor kızım, hiç durmadı. Oyalamaya çalıştım, sen misin uğraşan! Biliyor, saatini biliyor.. Niye bu kadar geç kalırsın...”
Yol, trafik....... demelerin alemi yok, hiçbir anlamı yok çünkü. Kollarına uzanmaya çalışan bu minnacık bedeni kucaklamalı ve göğsüne bastırmalısın. Sessizce, ses ne ki, söz ne ki, sessizliğin sesiyle ona bir şarkı söylemelisin, sarıp sarmalayan bir şarkı. Özür dilemeyeceksin, suçluluk parazitleri bu şarkıyı bozmayacak, bebek sadece... sadece... sevildiğini söyleyen sessiz sesi duymalı, rahatlamalı. Yumuşacık vücudu daha da yumuşasın, seni koklasın, anne kokusuyla sarınsın.
“Mustafa geldi mi?”
“Hayır anne, toplantı mı ne varmış, bilmiyorum kaçta gelir.”
Televizyonda saçma sapan görüntüler.
“O zaman otur da karnını doyur, yemeğin de yoktur zaten.”
Duraklama.
“Yok.”
“En azından gene yemek yok diyen olmaz, emzir de öyle ye bari.”
Gene yemek yok diyen olmaz.... Biliyor, çok iyi biliyor. Keşke aynı apartmanda oturmasalardı. Mustafa’nın bağırdığını mı duymuş acaba? Olabilir ama ne önemi var, cık, burası ne önemi var denecek yer değil, şimdi Mustafa’ya dair birşeyler söylese, konu açılacak, savunmak zorunda kalacak, kimseyi savunmak istemiyor. Oysa bak bebeğinin saçları ne kadar güzel. Bu saçların her telini seviyor, her telini!
“Sen nasılsın baba?”
Baba, köşe koltuğundan ağır ağır kızına doğru dönüyor. Yavaş çekim bir film gibi. Birkaç saniye, öylece bakıyor.
“Tosunum bugün epey huzursuzdu.”
Bıçak!
Annesinin gözleri yaşla dolu, bir şey olmuş bugün, ne olmuş?
“Bir dişi daha patlamış yavrumun, görmüş müydün?” diyor annesi. Hayır, görmedi.
Bıçak!
“Kaç gündür ona uğraşıyormuş yavrum, diş çıkarmak kolay mı, zor tabi.”
Zor tabii. Oğlunu çok...... çok seviyorlar. Bıçağa rağmen rahatlıyor. Bu sevgiye güvenebilir. Bütün serzenişler, imalar, bu sevgiden. Bütün noksanlığı, bu sevgiden.
“Haniymiş oğlumun dişi?”
Harika! Dördüncü diş, işte şurda üstte, minicik bir diş, dişin ucu. Ne güzelsin sen, ne güzel, ne güzel, ne güzel bebeksin sen! Bebek gülümsüyor. Pırıl pırıl. Kelebekler böyle gülümser. Bıçkın bir delikanlı olacak, neler düşünüyorum ben, bıçkın bir delikanlı olmasın. Duruyor. Ama çok yakışıklı bir delikanlı olacak, bu gülümseyiş...
Noksanlığın sevgi yüzünden.

Bütün noksan sıfatlar yalnız sana ait. Yorulan, acıkan, üzülen sensin. ‘Anne’ diyerek gelip geçen herkesin çarptığı bıçak senin. O bıçak, girdap gibi döner, ıslıklı bir ok gibi vınlayarak döner. Dönsün efendim. İstiğna makamı kimin?

Bebeği kucağında, ikinci kez evine geliyor. Asıl geliş, bu geliş. Işığı açık unutmuş, perdeler de açık, cam da. Sakın? Şaşkın kadın, camı sen açmadın mı, ev havalansın demedin mi, her gelişinde çantanla konuşmak hariç yaptığın ilk iş camları açmak değil mi? Şaşkın kadın, şaşkın... şaşkın...... aşkın. Aşkın?
Bu gece bir tuhafsın sen, neyin var senin?
Aşk imiş...
Şaşkınlar aşık mı olur, ya da bütün aşıklar zaten şaşkın mıdır efendim. Efendim?
Müzik. Bu müziği tanıyor. Sazcı kadın değil mi bu, her gece gıygıdı-gıy-gıy, nedir, ne çalışıyor? Kolyesiyle oynayan bebeğin ellerini avuçlayıp öpüyor. Pür dikkat. İyi güzel de, sinesindeki bıçağa ne oluyor şimdi? Yan daire. Arada tek bir duvar var, incecik. Âh evler böyle şimdi, sırtını duvara yasla, komşun senin odandaymış gibi olsun.
Gıy-gıy-gı-ı-ıy, gıy-gıy-gıy!
Saz değil bu. Nihayetinde o da telli canım, hmm, hiç böyle dikkat etmemişti, yaylı bir şey.... Cık! Nefesliye de benziyor. Eh yani, arada duvar var canım. Eee, ne bu?
Bebek gülümsüyor.
Notadan biraz anlar. Tekrar tekrar aynı ses. Aynı... Bu müziği tanıyor. Sanki daha önce de çalıştı bu kadın bunu, ona ‘sazcı kadın’ adını takmadan önce... Daha bu apartmana taşındıklarının ilk gecesinde. Üzülüyor. Bütün noksan sıfatlar onun. ‘Sazcı kadın’ buraya taşınalı ne kadar zaman geçti? Bayram sonrasıydı herhalde. Öyle olmalı. Bayramdan beri kaç ay geçmiş, daha ‘hoş geldin’e gitmedi değil mi, daha ‘sazcı kadın’ın adını bile...
Bıçak yine dönüyor. Noksan o.
Kolyeyle oynayan bebeğin ellerine bir damla yaş düşüyor. Bu, bu gece son damla oldu, bardağı taşıran son damla. Ne bardağı, hangi bardak, kırılsın bardak!

Sakinleşmeli, rahatlamalı biraz, bir kez asansörde karşılaşmamışlar mıydı, o zaman gelemediği için özür dilemiş, ‘hoş geldiniz’ demişti. Malumunuzdur belki, demişti, çalışıyorum, şehri biliyorsunuz, ancak geç bir saatte evde olabiliyorum, o saatten sonra da... yorgunum, yani... cumartesileri de çalışıyorum, özel sektör, bilirsiniz, yani... yemek bile...
İşte bunu söyleyememişti. Yemek bile yapamıyorum demek, kadınlığa ait en büyük kusurlardan biri değil miydi? Yapıyordu, evet, yemek yapıyordu, buyrun bakalım.

‘Gıygıdı’cı kadın, beni ağlattın.
Şimdi kalkarsın, kapısına dayanırsın, dersin ki.... ne dersin? İlk kez böyle mi gidilir, elin boş olmaz, neyse, şu vazoyu alır gidersin mesela, jelatin kağıdın yok mu, var, sarıverirsin, gidersin. Dersin ki....
O müzik neydi?

Ne aptalca!
Sen bunca zaman dur gideme, ‘gıygıdı’cı kadından bir müzik işit, kaval sesine takılmış fareli köyün faresi gibi tıp-tıp git! Şaşkın kadın, şaşkın.
Aşkın... aşkın... aşkın.
Dördüncü dişi çıkmış oğlunun, hangi birini gören ilk kişi sen oldun? Zavallı anne, zavallı kadın.
Dönsün mü bıçak?
Dönsün.
Ne var Allah’ım, bu gecenin ne özelliği var?

Ziyanı yok efendim, demişti, ben de çalışıyorum, belki sizinki kadar yorucu değildir ama... anlıyorum, insanın kendine bile vakti kalmaz. Üstelik gülümsemişti. Ne de anlayışlısın ‘gıygıdı’cı kadın, anlama beni. Kimse beni anlamasın, sessiz sözsüz şarkılarımla ölüp gideyim, beni kimse... kimse... bunu sessiz söylemek bile zor.. ....kimse sevmesin. Âh neler dedim ben, nasıl diyebildim, affet Allah’ım.
Hiç durmaz mı bu, hiç yorulmaz mı. Boyna çalıyor, hep aynı. Aynı... Şimdi olmaz, şimdi gidersem ağlarım, rezil olurum, bütün gizlilerim ortalığa saçılır, üstelik bir de beni teselli etmeye kalkarsa... perişan olurum, büsbütün....
Ama gitmeli, o da çalışmıyor mu, nasıl oluyor da geceleri böyle müzik, böyle.... acıtan müzik... Evi kesinlikle dağınıktır, belki de haftada bir bile temizlik yapmıyordur, yoksa nasıl vakit bulabilsin, zamanı durduracak değil ya, durduramaz ya.. Üstelik gamsızdır. Asansörde gülümsemişti. Çocuğu var mıdır acaba, çocuğu olmamalı, yoksa nasıl... Pes yani, amma da uydurdun, ‘gıygıdı’cı kadın hakkında ne biliyorsun, hiçbir şey, çalışan bir kadın olduğu hariç. Nerede çalıştığını bile bilmiyorsun. Aptal çanta, abus abus durma orda, bir şey söyle, şifalı bir şey, konuşmaya pek meraklıydın. Zaten hep böyle yaparsın; ses isterim sükût, sessizlik isterim gürültü...
Müzik devam ediyor.
Uyuyalım mı oğlum, senin uyku vaktin gelmiştir, gelmiş midir acaba? Çay da içmedik değil mi, demli bir çay lazım, bi de cigara... Yatışırım. Banyoya mı girsem, duşun altında dakikalarca durup.... Sakinleşirim, ne dersin? Ama önce sen, değil mi, evet, önce sen. Hadi bebeğim ikimiz nen-nen yapalım. Gidelim. Bu duygulardan. Ağlamaklardan. Bıçaklar kalsın. Bardaklar da. Hadi gidelim. Karanlık uykunun karanlık kollarına...
Gözlerini silip gülümsemeye çalışıyor.
Bebek, anlamış gibi, annesinin göğsüne başını yaslıyor.
Müzik devam ediyor. Uykuya, geceye, suya, havaya...
Gıy-gıy-gıı-ı-ıy gıy-gıy-gıy... Gıy-gıy-gıı-ı-ıy gıy-gı-ı-ıy...
‘Aş-kın paa-za-rın-daa can-lar saa-tıı-lır, sa-ta-rıım ca-nı-mı a-lan buu-lu-u-un-maz...’

(*)Kaşgar, Sayı: 28, Temmuz-Ağustos 2002