Menu
A’NIN MUTLU ÜÇ GÜNÜ
Öykü • A’NIN MUTLU ÜÇ GÜNÜ

A’NIN MUTLU ÜÇ GÜNÜ

A. arabaların geçişlerini, karları ezerek geçen tekerlek seslerinden duyduğu, sakin bir sabaha uyandı. Annesinin her yıl bir kez gelip yünlerini yıkadığı ve havalandırdığı - karısı pek beceremezdi böyle şeyleri- yorganın sıcaklığına sarıldı tekrar. Teri ile ıslattığı yastığı eli ile biraz sarstı, biraz kabarttı. Karısına biraz daha yaklaştı. Sarılmadan, bedeninin sıcaklığını almaya çalıştı. Sakin bir kış sabahında, yorganın sıcaklığı ve sessizlik...

Zırıldayarak çalan telefon bu büyüyü bozdu bir anda... Kendisini yataktan fırlarken buldu. Telefonun kahredici sesi ahşap evi sallıyordu, alt katta hiç birşeyi duymayan kocakarının bu saçma sapan gürültüyü duyduğundan emin oldu A. Gözlerini açtığında, her zaman olduğu gibi, hiç birşey görmedi. Şaşkınlığın ve paniğin etkisi ile gözlüğünü bulana kadar masayı taradı. Telefon, sanki, daha hızlı ve yüksek sesle zırıldıyordu artık. A, henüz dünyayı olduğu gibi görmeye başlamıştı ki, karısı “Sustur şunu artık, ne oluyor sabah sabah” diye söylendi.

A. homurdanarak ve evi sallayan büyük adımlarla telefona gitti. Sesini doğal nazik tonundan çıkartmaya çalışarak “Efendim” dedi... Her zamanki ilgili meraklı nazik ses tonu ile...

A. bir yerel gazetenin yazı işleri müdürüydü. Aslında, sadece üç kişinin çıkarttığı bir gazete olduğundan, A, aynı zamanda muhabirlik, başyazarlık, editörlük, sayfa tasarımcılığı, reklam sorumlusu ve bir de gazeteyi çıkartan matbaanın muhasebe müdürüydü...

Telefondaki ses ona “A Bey, bence konuyu biraz sert ifade etmişsiniz” dedi. Hiç merhabasız direk gelen bu sese çok şaşırdı A. Sesin tonundan korktuğundan, “Hangi konuyu, mesele neydi?” dedi sakin olmaya çalışarak.

“Köşe yazınızdan bahsediyorum A Bey, unuttunuz herhalde ne yazdığınızı? Ben Salih Demirciler.”

A, köşe yazısını hatırlamaya çalıştı. Düşündü, düşündü... Fındık! Köylülere tüccarlar fındık karşılığında evrak vermiyor!

Salih Demirciler?

“Kaymakam Bey, bize çok şikayet geliyor bu konuda!” diyebildi sadece... Sabahın köründe kaymakamın kendisini niye aradığını düşündü uzun uzun.

“Tamam A. Kardeşim, haklısın.. Biz de uyarıyoruz köylüyü... Ama hepsi birbiri ile akraba. Senet ve çek ver deyince, güceniyorlar. Sonra alamayınca birbirlerini vuruyorlar. Bundan dolayı yazdın değil mi?”

Bir kaç hafta önce böyle bir alacak davasından dolayı bir fındıkçı, köy kahvesini pompalı tüfeği ile basmış, biri ağır yaralı, beş kişiyi vurmuştu...

Şaşkınlıkla devam etti A:

“Efendim, bizde bu konuda başka örnekler de var. Bu sene devlet desteği de yok. Bir önlem alınmazsa daha ciddi sosyal sorunlara sebep...”

“A’cım, ben haksızsın demiyorum. Haklısın, sonuna kadar haklısın.. Ama biraz sert yazmışsın... Ben onu diyorum. Gel bir ara, bir yemek yiyelim. Konuşalım bunu... Hepimiz bu yöreye hizmet için çalışıyoruz. Başarılar. Devam edin...”

Telefonun boş boş çıkardığı sesi dinledi bir süre daha A, sanki biraz önce ortalığı ayağa kaldıran kendisi değilmiş gibi, yavaş yavaş bıraktı ahizeyi yerine. Sallana sallana yatak odasına girdi. Üşümüş tüyleri, diken diken oldu. Hissetmedi bile.

Yedi yıldır ilk defa bir devlet görevlisi yazdıkları ile ilgili konuşmak için aradı. Karısının boş ve meraklı bakışlarına cevap vermeden, usulca giyindi ve kapının önüne indi...

Kapıyı açınca gözleri kamaştı, büyük beyaz bir bulut çökmüştü şehrin üzerine... Hiç bir şey göremedi ilkin. Sonra; yavaşça alıştı gözleri. Ve yığılmış karları, patinaj yapan arabaları ve kartopu oynayan çocukları gördü.

Her zaman kar yağardı.. Ama bu kez biraz fazla... Bata çıka, sokağın başındaki bakkala yürüdü.. Zorlukla, kapıdan içeri girdi, girerken, ayaklarını yere vurdu, karları temizledi... Gazete standına yürüdü... Durdu.. Arayan gözleri bakkalın içinde gezindi, ne standda gazete vardı, ne de yerde açılmayı bekleyen balyalar...

“Yollar kapalı abi. Gazete gelmiyor” dedi, bakkal çocuk, suçlu bir bakışla.