I.
“Sanat iktidar zırhı giyindiğinde, kendi araçları ona yabancılaşır.”
Ivan Nagel
Tarih için nostalji neyse, sanat için oymuş kitsch; anıların derinliğinde özlem dolu, tarihi tekrar etmeyi gülünç kılan, tekrar ettikçe çarpıtan, tarihte gedik açan şeymiş. Bir nesnenin kitsch olabilmesi, gelecekten çok daha tahmin edilemez hale gelen bir geçmişin kitsche dönüşebilmesi, kendi özdeşliğine dil çıkarabilmesi için geçmişi kurtarır gibi yapmak değil, gerekiyorsa boğulmaya bırakmak gerekirmiş. Belki ucuzmuş kitsch, belki gereğinden fazla gösterişliymiş, yine de kötü sanatın -siyasal/ toplumsal- aidiyet mitoslarını engelleyen bir bağışıklık sistemine, kendi kimliğini hediyelik eşya formatına dönüştürdüğü an sanattan feragat eden bir mütevaziliğe sahipmiş. Sanat uğruna kitsch yapabilmek için bile, kendi tarihsel kimliğini estetize etmek yerine estetikten çok daha kavrayıcı bir ahlak gerekirmiş. Tarihin mirasçısı olmak tarihi tekrar etmek değil, geçmişte asla söylenmemiş bir şeyi söylemeye açmak; tarihi yağmalamak değil, tarihi şimdinin bir anına dönüştürmek, ya da, eğer gerekiyorsa, tarihsel süreklilikte bir gedik oluşturmak anlamına gelirmiş. Aradaki fark şuymuş: biri hazine avcısı gibi tarihi eşelerken kitsch hiç değilse tarihin kuyruğundan tutar, tarihi yakalayamadığına hayıflanır, eşek şakası olduğunda bile kuyruğundan çekermiş. Biri kitsch olarak tanınma savaşı verir, alt kültür/ üst kültür gibi ayrımların eşitleneceği demokratik/ modernist bir toplum özlemi içinde muhalefet ederken diğeri tarihin zaten son bulduğu, sınıf savaşlarının gereksizleştiği, tarihin yerini pazarın aldığı bir yere yerleşirmiş. Tarihin sonu, tanınma savaşlarının sonu anlamına gelir, uluslarasılık ulusallığa, küresellik yöreselliğe gereksinirmiş. Evrensel olmak demek, pazarda bağlayıcı bir enformasyon iletmek değil, kendi kimliğini estetize etmek, tarihe estetik bir depo olarak başvurmak demekmiş. Sanat gibi görünen işlerle sanat arasındaki ayrım bile bu noktada gereksizmiş. Bütün işlerin (tarihin) sonunda eşitlendiği bir pazarda herhangi bir işle tabu yıkmak, provoke etmek, tarihin içini oymak, tarihi tersyüz etmek, tarihte o güne değin gizli kalmış bir şeyi görünürlüğe getirmek (ya da gelenek kırılmayacaksa, ona eklemlenmek) gibi beklentiler yiter, bunlara omuz silkilirmiş. Yeni Osmanlıcılık da, işte böyle bir şeymiş.
II.
“Bizim için taklit edilemez olmanın yegane yolu, eskilere öykünmektir.”
Winckelmann
Bugünlerde İstanbul Modern’de ziyaret edilebilecek olan Gelenekten Çağdaşa, Yeni Osmanlıcılık tasarımına ve tesisine dair, giderek çoğalan örneklerden sadece biri. Yirmi yıl önce yapılmış olsa, sanatsal belge niteliği kazanırdı belki. Önce kendini Moskova’da yürür gibi hissettim sergiyi gezerken: Avrupa’da modernizm yaşanırken, Sovyetler Birliği komünistti. Duvarın çöküşünden sonra yadsınan komünizmle beraber modernizm de yadsınmıştı, Rusya kendi geçmişine, ondokuzuncu yüzyıla geri dönme arzusuyla bakmaktaydı. Eskiye öykünen, milli duygulara seslenen yeni binalarla doluydu kent. Bu öykünmeye, kendi özdeşliklerinden, kendi ayniyetlerinden, kendi miraslarından olmuş kimsesizler kadirdi. Kimsesizlik ve ayniyetsizlik, en büyük yabancılaşma ve en büyük ayniyetsizleşme anında yeniden doğma gücü bulacak, yeni bir başlangıcın ufkuna açılacaktı. Tarihin dışına çıkma, tarihi çarpıtma, geleceğe açma anı taşıyan özlemlerdi bunlar, varabilecekleri en uç nokta, tarih meleğini bulamadıkları an, tarihi kitsch’leştirmekti. Sergiyi gezerken Rusya hakkında düşündümse de, bu iki imparatorluk, Rusya ile Osmanlı arasında büyük fark vardı. Yaşadığı Sovyet yüzyılından sonra kendi tarihine gerçek anlamda nostalji duyan bir Rusya; kendi geçmişiyle kurduğu ilişkiyi bir talan ilişkisi olarak kuran bir Türkiye. Devrimden sonra Maleviç’i öfkelendiren, çarlık ailesinin koleksiyonunu müzeye dönüştüren; mirasına, yaktığı zaman bile sahip çıkan özeni Rusların. Yalnız geleceği yapmaya kadir olan, kendi cesedini yakmaya da kadirdi. Oysa burada sergide yer alan işlerin hiçbiri tarihe sahip çıkmıyor, tarihe öykünmüyor, geçmişin tekrar edilemezliğini kitsch’leştirmiyor, kendini yakmıyor, aynanın karşısında geçmiş tarihi takı diye takınarak, takı sahibi kendini estetize, bizi anestize ediyordu. Tarihle kurulan ilişki “yüzleşme” değil, nostaljik bile değildi. Tarihsel bir mirasın korucusu ya da katili değildi Türkiye; Gelenekten Çağdaşa’nın gerçek anlamda tarihle hiçbir ilişkisi yoktu; tarihle ilişki kurmaya çalışan ender bir iki iş, zaten içinde yer aldığı çerçeve tarafından emilip yutulmaktaydı. Tarihin, kendi tarih oluşunu tecrübe ettiği, kendini kurduğu ve temsil ettiği için kendisiyle karşılaştığı ve kendini kendisi olarak tanıdığı mecraydı sanat; Batılı tarihsel insanlığın geçmişinde hep böyle olmuştu. Sanat, iktidarın idolojik aygıtlarından ve özdeşleşme aparatından bağımsız değildi. Burada ise sanat gibi görünen işler sanat değil, ilgilenilir görünen tarih, tarih değildi. Doğruydu, ulusların doğuşu, kendi mitlerinin temsili sayesinde gerçekleşirdi; yeni ulusal egemenliklerin, yeni kültürel meşruiyetlerin oluşması için tarihsel bir temsile ihtiyaç vardı, sanat bu işlevi görürdü. Yine doğruydu, talan ekonomisinde de yeni bir şey yoktu. En gecinden ondokuzuncu yüzyıldan modernizme Avrupa sanatı, kendi olmayan ülkelerin ve kıtaların talan edilmesi üzerinde şahlanmıştı, yine de bu iğfal edişin bile bir zerafeti, bir mütevaziliği vardı. Hakiki bir özdeşlik arayışının, kendini bulabilmek için başkasına öykünmenin göstergesiydi. Oysa diğer hemen herşey gibi burada bu sergi, özdeşlik, kimlik ya da farklılık arayışlarının ötesinde, tarihin sonu tartışmalarının ve tanınma politikalarının güvencesine hoyratça yaslanarak, 2010 kültür başkenti için alınan bir parayla alelacele hazırlanmış gibiydi. Belki de bakanlıklardaki kadrolar gibi siyasal ve kültürel hükümetin yukarıdan aşağı kadroları yeniden doldurması, kendine uygun bir tarihsel gelenek icad etmesi gerekirdi. Belki de bu serginin zihniyeti, yeni bir sosyal aydın tipolojisiydi. Her ne ise eskilerin ve yenilerin kemiklerini sızlatan bir mirasyedilikti. Tarih istismar edilmekteydi.
(“TARİH İSTİSMAR EDİLİYOR” BAŞLIĞIYLA, RADİKAL 2, 26 ŞUBAT 2010)