Her gerektiğinde tekrarladığım eski tezimi yeniden hatırlatayım: 1960 yılında (27 Mayıs) ilkiyle tanıştığımız darbeler sonrası için 'olağanüstü dönem' diyenlerin tersine, ülkemizin sürekli 'vesayet altında' yaşadığına inanıyorum ben; birkaç farklı dönemi ise, çöl ortasındaki vaha gibi, 'istisna' olarak görüyorum.
1950-60 arasında Demokrat Parti iktidarı istisnaydı. 1965-71 arası Adalet Partisi iktidarı istisnaydı. 1984-1991 arası Anavatan Partisi iktidarı istisnaydı. 1996-97 Refahyol iktidarı istisnaydı. 2002 genel seçimine kadar geçen istisnai dönemleri dışarıda bırakırsak, Türkiye sürekli 'vesayet' altında kaldı.
Tezimin özü şu: Türkiye'nin olağan sistemi vesayettir; bunu sağlamanın yolu da 'darbeler' veya 'darbe tehdidi'nin kullanılmasıdır. 'Vesayet' kavramı içinde yer alan bazı siviller 'darbe tehdidi'ni sıkça kullandılar; istedikleri sonucu alamayınca, aynı siviller, askere gidip “Ne duruyorsunuz?” çağrısı yaptılar. İktidar böylece hep onlarda kaldı işte.
Siyasilerin askeri tribünlere bakmadan seçmenden aldığı temsil görevini yerine getirmeyi göze alabildiği ortamlar, 2002 yılına kadar, onların sonunu da getirdi. Ya darbe oldu, ya da darbe olacağı havası basılarak istenilen sonuç alınabildi.
Sürekli 2002 yılını farklı bir dönemin milâdı olarak gösterdiğimi herhalde fark ettiniz. Bunun sebebi açık: 2002 yılından sonra ülke birkaç kez 'darbe' ortamına girdi, ama darbe olmadı. Daha da önemlisi şu: 'Darbe' ihtimali kimbilir kaç kez bir 'tehdit' olarak öne sürülmesine rağmen, iktidardaki siyasi kadro bildiği yoldan sapmadı.
2002, yalnızca 'darbeler dönemi'nin bittiğinin iyice anlaşıldığı bir tarihi dönemeç noktası değildir; aynı zamanda 'darbe tehdidi' ile sonuç alma yönteminin de sonudur.
Darbeler dönemini bizden önce yaşamaya başlamış Latin Amerika ülkelerinden bizi ayıran özellik de bu: Darbelerle 1950'lerde tanışan Latin Amerika ülkelerinde dış destekli darbeler birbiri ardına yaşandı ve sol partilerin güçlendiği 1980'lerde o dönem sona erdi. Bizde ise 1960'tan buyana dört askeri müdahale yaşandı ve 'vesayet rejimi' 2002 yılına kadar bu yolla sürdürülebildi.
Latin Amerika'da 'sol siyaset'in gerçekleştirdiğini, bizde Ak Parti'nin 'muhafazakâr' siyaset aktörleri becerebildi.
Önemli bir farklılık bu.
Uzak coğrafyalarda benzer altüst oluşlar yaşamış ülkelerde demokrasiye geçişi sağlamada baş rolü 'sol' üstlenirken, Türkiye'de demokrasi yolunda atılmak istenen adımlara ayak sürüyen bir 'sol' var. CHP geçmişte başka türlü davransaydı, ya da o yılların 'sağ' iktidarları bugünlerde Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının yaptığı gibi millet ile bağını kesmeme kararlılığında olsaydı, 'vesayet' bizde de 1980'li yıllarda sona erebilirdi.
Milletten alınan güç yetmezmiş gibi 'darbe' sözcüğünü koçbaşı gibi kullanan 'vâsi güç'ün suyundan gitmek daha kolay geldi çoğu iktidara; biraz da CHP-tarzı muhalefetten yıldıkları için kendilerini vâsi gücün kanatları altına attılar.
İyi ki Brezilya örneğini verdi Deniz Baykal; o örnek ilgilendiği coğrafyalarda askeri darbeleri dönüşüm yöntemi olarak kullanan ABD'deki politika değişikliğini hatırlatmış oldu çünkü. Arjantin'de, Şili'de, Brezilya'da 'sol' iktidarlar vesayet döneminin aşırılıklarıyla hesaplaşıyorlar; Washington da bu duruma 'çıt' çıkarmıyor.
1997 haziran ayında da, 2006 ortalarında da, Türkiye 'darbe' çalkantısına girdiğinde, Washington “Biz Türkiye'de demokrasinin rayından çıkmasını istemiyoruz” açıklamaları yapmıştı. O açıklamaların yeni politikayı vurguladığı artık daha iyi anlaşılıyor.
Şimdi 'sivil vesayet' dönemi...
Korkmayın canım, 'sivil vesayet' zaten demokrasi demek...
(YENİ ŞAFAK, 17. OCAK 2010)