-Ömer Lekesiz denilince, edebiyat izleğinde yapılan araştırmalar ve eleştiriler geliyor akla. Niçin böyle bir alanı seçtiniz? Sizi eleştirmenliğe ve araştırmaya yönelten ne oldu? Üstelik kamu yönetimi okumanıza rağmen…
-“Seçmek” güzel bir kelime ama sadece seçmek değil, yönlendirilmek belki daha da etkili olmuştur, edebiyatın eleştiri ve inceleme alanında yer almama. Yönlendirmeyle toplumsal ve siyasal şartları kastediyorum. ’80 kuşağındanım; “otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğu” ya “yitik kuşak” olarak da anılır bu kuşak... Sonu meçhul olan bir yolu yürüyebilmek için yarış atı gibi yetiştirilmiş olmak veya bunu iliklerinde hissettirecek bir siyasi tercih içinde olmaktı belki de ilk kazancım. Elbette çok okumak; neyi, neden okuduğunu, nasıl okuyacağını bilmek, okuduklarıyla ne yapacağını tasarlamak, söyleyecek sözü olduğuna inanmak, bir gidişata müdahil olmak, ideal ve iddia sahibi olmak, her tür bilgiye karşı büyük bir açlık hissetmek, eriştiği bilgiyi hemen benimsemeyip, sorgulamak;her metne makul bir mesafede durmak, reddetmek ya da içselleştirmek için özel bir çaba göstermek... Sorduğunuz soruya ne zaman muhatap olsam hemen bunlar gelir aklıma ve yönlendirmiyorlarmış gibi yaparak doğru, samimi ve etkili bir yönlendirmeyi başaran İmam-hatip’teki hocalarıma, edebiyat serüvenine birlikte başladığım arkadaşlarıma, kalemi sağlam tutmayı öğreten yazar ağabeylerime hayır dua ederim. Mizacı da hesaba katacak kadar dikkatliymişler o insanlar. Asıl mektebim onlardır, askerlikten kolay yırtmak için yaptığım tahsil değil.
-Hazırladığınız kapsamlı öykü antolojileri ve yazdığınız onlarca(belki yüzlerce) denemenin, hikaye incelemelerinin hedefine ulaştığını düşünüyor musunuz? Ya da sizin hedeflediğiniz sonuca vardığını…
-Bir hedefe ulaşmaktan çok, bir hedef için yolda olmak çabası diyelim izninizle buna. Kelamullah’ta geçmeyen ve asıl burada geçmeyişiyle Allah ile kulun hal ve söylem düzeyini de ifşa eden bir kelime olarak bildim hikayeyi. Allah hikaye anlatmıyordu ve insana verilmiş bir dildi, nimetti hikaye; Hasan Aycın’ın kelimeleriyle ona nasip kılınmış bir asa... İnsanın her edimi hikayenin içindedir; bir doktora çalışmasındaki başarınız bile hikaye anlatma başarınızdır aslında. Cenneti gören iki insanın çocuklarının kulaklarına fısıldadıkları hakikat, şiir, mesel, masaldır hikaye... Bir hurç gibi toplamıştır içinde anlatım tarzlarının tümünü. Bizde kültür ve alfabe değişmesiyle birlikte kopmuş bir asli damar, modernizmin etkisiyle dönüşmüş bir türdü hikaye (modern hikaye= öykü). Benim 5 ciltlik çözümlemeli öykü antolojim 1997-2001 yılları arasında yayınlandı. Yine ‘90’lı yıllarda Dergah, Adam Öykü, Düşler Öyküler, Üçüncü Öyküler, Hece ve Virgül dergileri, izleyen yıllarda Hece Öykü, İmge Öyküler ve Eşik Cini dergileri çıktı. Mustafa Kutlu, Füsun Akatlı, Semih Gümüş, Feridun Andaç, Hüseyin Su, Kadir Yüksel, Nalan Barbarosoğlu, Özcan Karabulut, Necati Mert ve Nursel Duruel gerek editöryal gerekse eleştirel katkılarıyla öykü ortamının zenginleşmesine, hareketlenmesine önemli katkılarda bulundular. Tematik dergilerle birlikte başlayan ve giderek bağımsız bir şekilde artan öykü gün ve atölyelerinin etksini de zikretmeden geçmemeliyim. Çok da organize olmayan ve belki asıl gücünü de buradan alan söz konusu hareketten bir bereket doğdu kısacası. Bu benim hedefim değildi belki ama ortaya çıkan bu olumlu tabloda belirgin olan birkaç fırça darbesinin bana ait olmasından memnunum.
-O, meşhur sıkıcı soruyu baştan sorayım da üzerimde baskı yapmasın; edebiyat dergiciliği niçin irtifa kaybetti? Bu bir yargı belki ancak tüm yayınların sayımı dökümü yapılsa hepimiz biliyoruz ki farklı bir sonuç çıkmaz. Üstelik 20 bin edebiyat fakültesi öğrencisi, binlerce öğretim görevlisi varken… Mektepli ve alaylı çatışması mı var yoksa?
-Edebiyat dergiciliği kemiyet anlamında irtifa kaybetmiş değil, keyfiyet anlamında bir irtifa var. Edebiyat fakültelerinde 20 bin öğrencinin olduğunu sayenizde öğrenmiş oldum, binlerce öğretim görevlisinden gerçek anlamda edebiyat ilgisine sahip olanların sayısının ise iki elin parmak sayısını geçmediğini de yakin bir bilgi olarak size ben söylemiş olayım. Doktorayı verdikten sonra eline bir daha kitap almayan, Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü’nü Ermenilerle ilgili sözleri nedeniyle kazandığından dem vurarak ne onu ne de kendi zamanlarının yazarlarını okumayan (dolayısıyla bilmeyen) akademisyenlerin dünyasında yaşıyoruz ne yazık ki. Bununla verdiğiniz rakamların kaliteli dergiler ortamını beslemeye kifayet etmeyeceğini de söylemiş oluyorum sanırım. Mektepli ve alaylı çatışmasına gelince... Bunlar edebiyat ilgisinin nedenini keşfetmek için kullanılan kelimelerdir daha çok. Dergi / edebiyat bağlamında çok belirleyici olduklarını düşünmüyorum ama internetin okuma-yazma bilen herkese kendisini ifade etme imkanı sağlamasının, matbu dergi aidiyyetini, disiplinini, ahlakını, mevcut yazı ilişkilerini kırmasının alaylı sayısını artırdığını görmemek için de kör olmak gerekir herhalde. Kemiyet ve keyfiyet cihetiyle konuya buradan da mutlaka bakmak gerekir.
-Diğer sıkıcı konu; öykü ile hikaye farklı iki yazın türümüdür? Varsa farkları benzerliklerinden çok mudur? Sinema ve film, tiyatro ile piyes gibi bir fark mı; müderris ile profesör gibi bir fark mı?
-Hikaye ile öykü ilk bakışta iki ayrı edebi tür değil bence. Nabizade Nazım’dan yani 1890’dan beri Batı edebiyatı etkisiyle yazdığımız “modern hikaye”ye, 1950’den beri “öykü” diyoruz ve çok genel bir bakışla Dede Korkut hikayesi ne kadar bizimse ve bugüne aitse Hulki Aktunç öyküsü de o kadar bizimdir ve bugüne aittir.Birileri “modern öykü” de diyorlar beni güldürmek için ama ben gülmüyor bilakis onların cehaleti, felsefi bilgi yetersizliği adına sadece üzülüyorum. Hikaye ile öykü arasında çok fazla fark belirtmeye gerek yok çünkü şu temel farklılığı belirtmek yeterli: Hikaye, edebi olma yükümlülüğü olmayan, varlığı kendisiyle kaim olan sözlü ve yazılı anlatıların genel adıdır. Öykü ise varlığını edebilik esasından alan, zorunlu olarak bunu gözeten, tahkiyesi ancak okunmakla anlaşılan, sözle nakledilemeyen, özetlenemeyen bir anlatımdır. ’90 yıllarda yaptığım ve hep (şimdi de arkasında olduğum) bu kesin ayrımı, son yıllarda farklı bir bağlamda hikaye lehine yumuşatmak zorunda kaldım. Şöyle ki, öykü olmayan ancak kıssaların, rivayetlerin, mesellerin, menkıbelerin, masalların izilerini sürerek yazılmış güzel metinler yayınlanmaya başladı son yıllarda. Sibel Eraslan, Sadık Yalsızuçanlar ve Nazan Bekiroğlu bu metinlerin ilk ve değerli isimleri. Bunların ilgili çalışmaları öykü değil, anlatı hiç değil, roman ise kesinlikle değil... Hal böyle olunca tam bu noktada hikaye kavramına tekrar sahip çıkmamız gerektiğini düşündüm ve ilgili çalışmaların hikaye olarak tanımlanmasının makul olacağı sonucuna vardım. Mecut edebiyat bilgimin ve dünya görüşümün ışığında,Müslümanların -kelimenin Batı’daki karşılığıyla- roman yazamayacaklarına inanmıyorum; kastettiğim hikayeyi ise ancak onlar, Müslümanlar çok iyi yazabilirler. Öykü kendi biricikliği, biçimi ve özüyle tür olarak oturmuş durumda. Hikaye ise yukarıda belirttiğim etkiyle biraz boynu bükük ve sahipsiz kalmıştır. Edebiyatta tür tanımı eserden sonra ortaya çıkar, önce tür belirlenip, sonra eser yazılmaz. O halde biz de son yıllarda Müslüman yazarların ellerinden çıkan öykü, roman ve anlatı olmayan tahkiyeleri tür olarak “hikaye” adı altında toplayabiliriz. Bu sayede hikaye asıl yerini bulmuş olur, biz de resmi ideolojinin kültürel baskısı nedeniyle uzağımıza ittiğimiz hikayeye karşı suçluluğumuzu da bu sayede gidermiş oluruz.
-Günümüz edebiyatı sizce sığ mıdır? Çok satan bir edebiyat ürünü kalitesiz ve popüler anlamına mı gelir? Yoksa çok satamayanların çekememezlikleri mi?
-Çok satan eserin kalitesiz ve popüler olduğunu söylemek için aklımızı peynir ekmekle yemiş olmamız gerekir. Ancak kitabın ürünlerden bir ürün olak telakki edildiği Kapitalist pazar ilişkileri içinde “çok satma” deyiminin taşıdığı yeni içeriği de ıskalamamamız gerekir. Yazarsın kitabını, arkasında durursun, tanıtımını –kendini eserin önüne geçirmeyecek şekilde- yaparsın, sonuçta az satarsın çok satarsın, bu kendi içinde normal bir durumdur. Fakat bu yıl Mevlana yılı diye sevgi romanı, Alevi tartışması gündeme oturacak diye Şah İsmail romanı, Osmanlı tarihi devletçe tanıtılacak diye Hürrem romanı, masonlar Yunus Emre’yi çok seviyorlar diye derviş romanı yazıp reklam panolarından, belediye otobüslerindeki tutacaklara karar kendi resimlerinle donatmak, gece gündüz televizyon programlarına yetişmek için çantana pijama tıkıştırmak, bohçacı kadınlar gibi kitabevi kitabevi, fuar fuar, panayır panayır gezerek kitap imzalamak suretiyle bir reklam kampanyası yürütmek işte bu normal bir durum olmaz, olamaz. Dolayısıyla çok satmanın esasını ve işleyiş şartlarını iyi görmek gerekir. Çok satmayanların çekememezliklerini kitabının dansözü olmak anlamındaki bir acizlikten kaynaklandığını sanıyorsak, dansöz olanlarla, buna heves edenleri eşitlemiş oluruz zaten; al birini vur ötekine... Değilse söz konusu çekememezliğin bile daha asil, daha ahlaki bir davranış olduğuna hükmetmemiz gerekir.
-Son dönemlerde öyküye ciddi bir yönelme de var. Doksanlardan itibaren fazlaca öykü kitabı yayımlandı. Bunun nedeni nedir? Bir yeni öykü dili, tavrı oluştu mu?
-Belirlemeniz doğrudur. Yetmişli yıllara kadar bir yılda yayınlanan ortalama kitap sayısı 30 civarındadır, ‘80’li yıllarda bu rakam ’50-60’lara, ‘90’lı yıllarda ’80-90’lare, 2000’li yıllardan itibaren yüzün üstüne çıkar. Hatırlarsanız ’90 yıllardaki öykü hareketi, kitap bereketi için “patlama yaşandı” filan gibi laflar bile edilmişti. Elbette Nabizade Nazım, Mehmet Rauf gibi, Sait Faik Ömer Seyfettin gibi, Fikret Ürgüp Sabahattin Ali gibi, Mustafa Kutlu Ferid Edgü gibi yazmadı öykülerini. Yeni biçimler deneniyor sürekli, yeni temalar ve üslüplar deneniyor... Edebiyatın iç işleyişi biraz böyledir, çoklu sayının içinden yaptığınız seçimde sonraya kalanların sayısı da çok olur, azın içinden ise az öykü kalır. Öykü kitabındaki özellikle de yeni öykü kitabındaki sayının artmasını önemsiyorum ama öykünün geldiği yeri sayı üzerinden belirlemek bana makul gelmiyor pek, en azından öykünün gidişatıyla ilgili ciddi bir karar verebilmek için sayıdan çok içeriğe, üsluba bakmak gerektiğini düşünüyorum.
-Öykü araştırmalarınız sırasında sizi en çok şaşırtan ne olmuştu?
-Beni şaşırtan edebiyat hafızamızın zayıflığı, diğer bir söyleyişle edebiyat okurunun vefasızlığı olmuştu. Örneğin Fahri Celal Göktulga, Ümran Nazif Yiğiter, Nahit Sırrı Örik, İlhan Tarus, Samet Ağaoğlu, Fikret Ürgüp, Mübeccel İzmirli ve başka öykücülerin sanki hiç yazmamışlar gibi unutulmuş olmaları...
Herkes genç yazarları sorar ancak ben tersten soracağım; günümüzn yaşlı öykücülerini nasıl buluyorsunuz?
-Sorunuzun içinde barındırığı tehlikeden emin olduğunuz için bunu soruyorsunuz değil mi? İhtiyarlarla beni kaptıştıracaksınız ama ben de artık ihtiyar sayılırım ve kolay kül yutmam bilesiniz. Şaka bir yana ihtiyar(sahibi) öykücülerden (ki, Mustafa Kutlu’nunsözlü sınıflamasına göre 20-40 yaş gençliği, 40-60 yaş olgunluğu, 60-70 yaş ihtiyarlığı, 70 yaş ve sonrası ise yaşlılığı ifade eder) gençlerle arkadaşlıklarını sürdürenlerin, onların yazdıklarını yakından izleyenlerin hala iyi şeyler yazdıklarını, kendilerini sürekli yenileyebildiklerini düşünüyorum. Bunun aksine köşesine çekilmiş, yalnızlığına sarılmış olanların kendi öykülerinin de gerisinde kalan şeyler yazdıklarını görüyor, üzülüyor ve öyküyü bırakmalarını temenni ediyorum.
-Son zamanlarda köşe yazılarınızda daha farklı bir kullandığınızı düşünüyorum: daha rahat, ironik belli kayıtlardan kurtulmuş gibi… Bu doğaçlama mı yoksa tasarladığınız bir şey mi? (Bu arada ben de yazılarınızı keyifle okuyorum.)
-Düşünceniz için teşekkür ederim ama zor yazan biriyimdir; konu benim zihnimde yeterince oturmadan yazıya dökmem. Bu sayede oldum olası yazıya zor başlamakla birlikte yazarken rahat olduğumu, kolay anlaşılacak şeyler yazdığımı düşünürüm. İroniyi de ezelden beri çok severim. Gençken dalga geçecek kimse bulamazsam kendimle dalga geçerdim. Şimdi ne başkasıyla ne de kendimle dalga geçmiyorum elbette ama zamanla kayıtlı olarak bu hali de pek olumsuz görmüyorum. Tasarlamak mı? Emin değilim. Yazmaktan çok okumaya çalışıyorum. Bir süre belli konularda yoğunlaşıyorum çünkü o konuda yeterli bir bilgiye ulaşmak için didiniyorum. Yazılarım okumalarımın ve dolayısıyla düşünülmüş düşünceler üzerine düşünüşümün dökümleridir. O yazıların sizin “belli kayıtlardan kurtulmak” dediğiniz şeyi yani kendinden, söyleyişinden emin bir dili içermesi de bundandır sanırım.
-‘Sağ edebiyat sığ edebiyat’ dediniz ve ortalık hayli karıştı; hala aynı kanıda mısınız?
-N’ola aynı kanıda olmamı gereksizleştiren eserler ortaya çıksaydı da halen aynı kanıda olmasaydım. Yazma eylemi, bu uğraşıya karşılık nelerden vazgeçtiğimize dair bir seçimdir ve vaz geçtiklerimiz sahip olduklarımızın her zaman daha fazladır. Yazıyla uğraşıyorsan orta yerde değilsindir, her taşın üstüne poz veremezsin, her mikrofona konuşamazsın, her ekranda görümezin, her köşede olamazsın, bir koltukta üç karpuz taşımayazsın, onunla mal zengini olamazsın vs. vs. Sağcılardaki zamanı maddi anlamda iyi değerlendirme, pastadan pay kapma, her şeyde önce olma, her durumda görünme hırslarının idealizmi öldürdüğünü tahmin ediyorum; geleceği kurmaya mahsus, yarının dünyası adına endişe duymak ve buna karşı alınacak insani tedbirlere katkıda bulunmak gibi bir dertlerinin olmadığını fark ediyorum. Merhum Erol Güngör’ü rahmetle yad ve yazı eylemine gıpta ederek, yerli sağcılığın içinde bulunduğu mevcut sefalete üzülmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Evet bunu da açık açık söylüyorum, söyleyince de gürültü kopuyor.
-Son yıllarda sinema ve dizilerin birbiri ardına çekilmesi ve çok izlenmesi edebiyatı nasıl etkiliyor?
-Dizi izlemiyorum. Hayır, hayır sizi yanıltmış olmayayım, bir diziyi izlemiştim: Ezel. Onun ilgimi çeken tek yanı kurgusuydu, bu nedenle izlemiştim. Dolayısıyla sadece Ezel’den hareketle bu sorunuzu cevaplamam doğru olmaz. Dizi cahiliyim, dolayısıyla dizi film – edebiyat ilişkilerini de bilmiyorum. Sinemaya gelince: her bir sanat dilinin biricik olduğuna ve Foucault’dan mülhem olarak bu dillerin birbirine çevrilemezliğine inanıyorum. Edebiyat eserinden uyarlanmış bir filmi izlerken onu kendi dili içinde keşfetmeye çalışıyorum, ilgili olduğu eserle hiçbir bağlantı kurmaksızın.
(İSTANBUL BİRNOKTA AYLIK EDEBİYAT DERGİSİ, MART 2012, SAYI: 122)