Menu
KARATEPE ÖYKÜSÜNDE ÜÇ ANA İZLEK
Haberler • KARATEPE ÖYKÜSÜNDE ÜÇ ANA İZLEK

KARATEPE ÖYKÜSÜNDE ÜÇ ANA İZLEK

Mihriban İnan Karatepe Öyküsünde Üç Ana İzlek:
Dindarların Sorunları, Aile-Evlilik Kurumu ve Çocukların Dünyası


İlk öykü kitabı Kadife Durağı (Yedi İklim Yayınları, İstanbul 2001; yazının devamında bu kitap için K.D kısaltması kullanılacaktır. ) 2001 yılında yayımlanan Mihriban İnan Karatepe’nin ikinci öykü kitabı Hacıyatmaz ( Hece Yayınları, Ankara 2008; yazının devamında bu kitap için H. kısaltması kullanılacaktır.) 2008 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından en iyi öykü kitabı ödülüne layık görülmüş. Yazarın son kitabı ise Aramızda (Hece Yayınları, Ankara 2012; yazının devamında bu kitap için A. kısaltması kullanılacaktır.)ismiyle 2012 yılında yayımlandı. Bu üç kitaba bakıldığında belli noktaları aynı kalmakla beraber yazarın üslubunda, tahkiye için seçtiği olaylarda ve bu olayların kurgusunda bazı değişimler olduğu görülmektedir. Tüm bu değişimlerin arasında üç kitabın bazen ayırıcı, bazen ortak özelliği olarak üç ana izlek çarpıyor göze: Mihriban İnan Karatepe öyküsünü “dindar Müslümanların sıkıntıları, değişimleri, sorunları”; “aile-evlilik kurumu”; son olarak da yine aile ilgili olarak “çocuklar” olmak üzere üç ana konu başlığında incelemek mümkündür.

Elbette üç kitapta da başka konulara temas eden farklı öyküler de mevcut. Ama Karatepe’nin öykülerinde karakteristik olarak bu üç konunun ele alındığını söylemek daha doğru olacaktır. Bunların bir tesadüften ziyade bilinçli olarak -ki her zaman böyle olmak zorunda değildir, yazıya en iyi biçimde hükmeden yazarlar bile kurmacalarda bilinçaltında yatanları satır aralarına yansıtmaktan geri duramayabilirler.- yahut da bilinçaltındaki duyarlılıkların bir dışavurumu şeklinde öykülerde yer aldığını görüyoruz.

Yazarın söyleşilerinde de öykülerinin bu üç ana konu etrafında şekillenmesi ile ilgili destekleyici fikirler mevcuttur. Mihriban İnan Karatepe bir söyleşide “Bir öykücü olarak kendini nasıl tanımlarsın?” sorusuna şöyle cevap veriyor:

Kendimi öykücü olarak tanımlarım. (…) Hayatta pek çok rolümüz var kuşkusuz. Ancak bölünmüş kişiliklerimiz yok, olmamalı, diye düşünüyorum. (…) Rabbimiz bize ‘müslüman’ ismini verdikten sonra ikinci bir isim edinmek ikinci bir din edinmek gibi olacağı için bu isimle ölmeyi arzu ederim. Müslüman bir anne, bir eş, bir evlat, bir öğretmen, bir öykücü…

Yazarın bu sözlerine bakarak kendisini tanımlamak için seçtiği kelimelerin, öykülerinin karakteristik olarak üç ana konuya sahip olduğuna dair tezimi desteklediğini söyleyebiliriz. Her şeyden önce kendisini tanımlayan sıfat olarak “Müslüman” kelimesini seçen yazar bundan sonra saydığı sıfatlarda da kendisini “Müslüman bir anne, bir eş, bir evlat”olarak tanımlamıştır.  “Dindar Müslümanların sıkıntıları, değişimleri, sorunları; aile-evlilik kurumu; son olarak da yine aile ilgili olarak çocuklar” şeklinde belirlediğim üç ana konu başlığını burada açıkça görüyoruz.

Dindarların Sorunları

Dindar Müslümanların sıkıntıları, değişimleri, sorunları kategorisinde seçtiğim öykülerden “İş ve İş”, “Sırada, “Aramızda”, “Ayna”, “Loş”, “Köpek Uçmak İstemiş”, “Bandırma Vapuru”, “Beyaz Güvercin” öykülerini anmanın yeterli olacağı kanaatindeyim (Üç ana konu başlığının her biri için örnek verdiğim öykülerin tamamı yerine burada ismi geçen öykülerden önermeyi yansıtacağını düşündüğüm birkaç öykünün açıklanmasının yeterli ve uygun olacağı kanaatindeyim). Yazar bu öykülerde dindarların devlet karşısındaki durumundan, kendi içlerindeki çelişkilerine, kişisel değişim hikâyeleri üzerinden toplumsal dönüşümlerine kadar geniş bir çerçevede bakıyor olaylara. Bu öykülerden bazılarının, mesela Aykut Ertuğrul’un da belirttiği üzere“tek bir olayın üç ayrı gözden incelendiği bir tür üçleme” olan “Aramızda”, “Ayna” ve Loş”  gibi öykülerin ayrıca aile-evlilik kurumu başlığında da incelenebileceğini belirtmekte fayda var.

“İş ve İş” (H, 9)  genç bir edebiyat öğretmeninin “dindar bir özel okulda” çalışmak üzere mülakata girmesini ve işe alınmasını konu edinen bir öykü. Ama öykünün her yerine sinmiş bir eleştiri var “İş ve İş”te. İlk olarak edebiyat öğretmeninin mülakatta sorulan soruları beğenmemesi ile doğrudan yapılan bir eleştiri göze çarpıyor. Öğretmen “Edebiyatın tanımı nedir?” sorusunu “lise öğrencisine sorulacak soru”(H, 10) diye eleştirmekte ve karşısındaki jüriyi de “beş para etmez adamlar” olarak tanımlamaktadır. Öykünün son paragrafındaki cümlelerin ise bu kez açıktan olmayan bir eleştiri içerdiğini söyleyebiliriz. Yazar burada genç öğretmenin sömürüldüğüne dair bir imada bulunmaktadır. Öykünün tamamını göz önünde bulundurduğumuzda ironik olduğuna kanaat getirebileceğimiz şu cümlelerle son buluyor metin:

Yeni eğitim-öğretim döneminiz hayırlı olsun, dedi, müdür. Evet, dedi bir an silkinerek daldığı düşüncelerden, hepimize hayırlı olsun. Bunun gerçekten bir hayr işi olduğunu anlaması uzun sürmeyecekti. Aldığı paranın çok üstünde bir hizmetle fisebilillah uğraştı durdu. (H, 11)

“Sırada” (H, 93) isimli öyküde de dindar bir kadının yıllar sonra kurs hocasını görmesi ya da sadece gördüğünü zannetmesi üzerine geçmişi üzüntüyle hatırlaması, değişen onca şeyin üzerine düşünmesi ve kendi içinde yaptığı vicdan muhasebesi anlatılmaktadır. Bu kadın üzerinden dindar kadının, daha da geniş olarak dindar kitlelerin değişiminin/dönüşümünün sorgulandığını söylemek mümkün. Bir zamanlar kurs hocasına özenip kendine çarşaf diken (H, 95) kadının “[s]onra üniversite sevdasına çarşafı çıkar[ıp] pardösü giy[diği]” anlatılmakta (H, 96) ancak bir yandan da bu değişimden memnun olmadığı dile getirilmektedir.

Aradan yıllar geçip ziyaretlerine gittiğinde evin içinde bile uzun etekli, başı örtülü dolaşan ablalarının hala aynı konuları konuşuyor olduğunu hayretle görüyorsun. Senin bunca değişmene rağmen onlar aynı kalabilmişler. (…) Senin terk ettiğin kaleleri birilerinin hâlâ tutuyor oluşundan ne kadar şaşırsan da hoşnutsun. (H, 97)

Yukarıdaki cümlelerden de açıkça anlaşılacağı gibi hâlâ dindar olan ve yıllar önce yaşadıklarından tamamen uzaklaşamamış bulunan kadın dinî yönden “aktif bir mücadele” içinde değildir. Kadın namaz bittikten sonra da camide yarım saat oturmuş (H, 98) geçmişle bugünü arasında uzun ve derin bir hesaplaşmaya girmiştir. Elbette yazar burada tekil olarak bir kadının öyküsünü anlatmamaktadır. Bu öyküde edebiyatın da bizatihi işlevi olarak bu kadının dönüşümü üzerinden toplumsal bir bakışa ulaşıldığını, böylelilikle genel bir sorgulamaya girişildiğini söylemek uygun olacaktır.

“Bandırma Vapuru” (A, 25) öyküsünde bir imam-hatip öğrencisinin bayram vesilesi ile yaşadıkları merkez alınarak dindar yetiştirilen “orta bir öğrencisi” bir kız üzerinden resmî ideoloji karşısında benzer durumdaki insanların yaşadığı sıkıntılar ve kafa karışıklıkları anlatılmaktadır. “Civar evlerden kızların başı açık İstiklal Marşı okudukları” (A, 26) görülsün diye tören sırasında başlarını açtıkları, bayramda da başı açık dolaşmak gerektiğinden büyükler yerine orta birlerin bayrama gönderildiği gibi tespitlerin öykü içinde küçük dokunuşlarla verildiği metinde bir arkadaşının başkaraktere söyledikleri öğrencilerin çelişkiler, kafa karışıklıkları yaşadıklarını göstermektedir. “Kız Zehra, demişti Atatürk Ortaokulu’ndan nakille imam-hatibe gelen bir arkadaşı, biz neden teneffüslerde bahçeye inmiyoruz? Oğlanlar gezip duruyor…” Bunu takip eden diyalogda Zehra arkadaşına “oğlanların arasına pek karışmadıklarını” söyler ancak arkadaşının “Sen bugün Ertuğrul’la konuşup duruyordun…”  demesi üzerine bir şey söyleyemez (A, 25-26) Zehra’nın gençliğin verdiği duygularla, yapılması gerektiğini düşündüğü şeyler arasında bocaladığı böylece okura sezdirilir. Zehra, bayramda Bandırma Vapuru’nu çizdiği bir resim sebebi ile ödül de almıştır ancak verilen hediyeden memnun değildir. Bütün bayram boyunca da içine sıkıştırıldığı çoraptan çıkarak eteğinin altından görülen paçalı donu sebebi ile rahatsız olan Zehra hediye olarak “altına paçalı don giymesini gerektirmeyecek” bir çorap aldığını düşünürken hayal kırıklığına uğrar. Son cümleler yine tüm meseleyi özetler niteliktedir:

“Görünürse görünsün be, dedi içinden, burnunu çekerek… Resmi yaptık, kafayı açtık, bayrama da gittik ama uzun kırmızı çorap çıksaydı ne güzel olurdu şu paketten, bordo bir kravat çıkacağına…”  (A, 28)

Aile-Evlilik Kurumu

Mihriban İnan Karatepe’nin Hacıyatmaz kitabından “Uç Uç”, “Koyunbaba Köprüsü”, “Ben Yanında Yokken”, “Dilsiz”; Aramızda’da yayımlanan “İçeriden Ağlama Sesi Geliyor” ve Kadife Durağı’ndaki “Aç Kapıyı Bezirgan Başı” gibi öyküleri de ailenin, evlilik kurumunun altını kalın çizgilerle çizen öyküler olarak çıkıyor karşımıza.

“Uç Uç” (H, 27) adlı öykünün anlatıcısı dişi bir uğurböceği. Modernist anlatılarla birlikte başlayan, postmodernist anlatılarda da devam eden, cansız yahut insan dışında başka varlıkların anlatıcı olduğu metinlerin güzel bir örneği “Uç Uç”. Türkçe edebiyatta öykü sahasında bu tür öykülerin en ünlü örneklerinden biri olan Haldun Taner’in “Sancho’nun Sabah Yürüyüşü” adlı öyküsünde olaylar bir köpeğin gözünden anlatılır ve köpeklerle sahipleri arasında bir paralellik kurulur. Bu öyküde de uğurböceği kendisine dair bir öykü anlatmakla kalmıyor; böceğin anlattıkları, insan hayatının uğurböceklerinin hayatına uyarlanmış şekli. Öyküde “bir uğurböceği çiftinin” ayrılık hikâyesini okurken, anlatıcı konumundaki dişi uğurböceğinin bulunduğu dalların altında oturan bir çiftin diyaloglarını da görüyor, böylece bir evlilik teklifi ile uğurböceklerinin ayrılık hikâyesini paralel olarak okuyoruz. Uğurböceğinin “Uçtun gittin. Başka dallara konar, akşama kadar güneşin altında yanar, biraz aklın başına gelir sonra yuvaya dönersin sanıyordum.” (H, 27), “tazecik, yemyeşil bir yaprağın üzerine bıraktığım larvalarıma dönüp baktım üzüntüyle…” (H, 28) gibi cümlelerinden de anlaşılacağı üzere öyküde asıl anlatılmak istenen şey uğurböceklerinin ayrılışından çok, insanlara ait bir yuvanın dağılışıdır. Zaten öykünün ilk paragrafındaki “Bildiğim şu; beni sevmiyorsun. ‘Eskisi kadar…’ dedin sözün başında ama vurgu cümlenin sonunaydı. Ben de seni, diye haykırdım. Düpedüz yalandı. ” cümleleri de ilk okunduğunda bir insanın ağzından çıkıyormuş izlenimi uyandırıyor. Yazarın bu konuyla ilgili diğer öyküleri gibi aile ve evlilik kurumuna dikkat çekilmiş olunuyor böylece.

“Dilsiz” (H,  65) öyküsünde ise aile ve bilhassa anne kavramı bu kez yokluğu üzerinden anlatılmaktadır. Öykünün odağında yetiştirme yurdunda büyümüş bir çocuk var. Bu açıdan öykü “çocuk” temalı öyküler kategorisinde de değerlendirilebilir. Ancak öyküde asıl vurgulanan şey çocuktan ziyade, çocuğun bir aileden yoksun oluşu. Bu bakımdan öyküyü aile kurumu ile ilgili öyküler kategorisinde değerlendirmek daha yerinde olacaktır. “Dilsiz”de çocuğun yetiştirme yurdundaki anıları, daha sonra okula başlayınca yaşadıkları, duygusal bir atmosferde sunuluyor okura. Çocuğun kimsesizliği, yalnızlığı vurgulanıyor. Karatepe’nin pek çok öyküsünde olduğu gibi öykünün en vurucu noktası son paragraftaki sahneyle geliyor. Okuma yazmayı öğrenen çocuğun bunu birilerine göstererek aferin almak, bu mutluluğunu başkaları ile paylaşarak gururlanmak isteği şöyle anlatılıyor:

“Çöpü dökmeye çıkan annelerinden birinin kapıdan geçmekte zorlandığını gördü, Türkçe kitabı dizlerinin üstündeydi, biraz da o duysun diye, oturduğu ağacın altından kalktı ve tabelayı heceledi.

Mee Eee Bee

Yee-tiiş-tir-me Yuurd-u” (H, 69)

Çocukların Dünyası

Mihriban İnan Karatepe’nin öykülerinde yoğunlaşılan bir başka konu ise çocuklardır. Birçok öyküde çocuk karakterler tarafından anlatılıyor olaylar. Ancak bu başlık altında inceleyeceğim öyküler anlatıcısı ya da başkarakteri çocuk olan öyküler değil. En azından bu kategoriyi oluştururken kullandığım kıstaslar bunlar değildi. Zira bunları kıstas olarak aldığımızda yukarıda değindiğim bazı öyküler de bu sınıfa rahatlıkla girebilir. (Bknz. “Bandırma Vapuru”, “Ben Yanında Yokken”, “Dilsiz”.) Bu başlık altında topladığım öyküleri daha çok çocukların gözünden anlatılan ya da başkarakteri çocuk olan ama konusu itibari ile de başka göndermeler içermeyip genel olarak çocukların dünyasına odaklanan öyküler olarak tanımlayabilirim. Bu öykülerde yazar genellikle büyük olaylar yerine çocukların dünyasını, onların saflığını, düşüncelerini, yaşadıklarını anlatıyor basitçe. Daha genel toplumsal göndermeleri olsa bile öyküde anlatılanlar çocukların masumiyeti, hiç de etkileri olmayan şeyler karşısındaki durumları etrafında toplanıyor. Ancak her şeye rağmen aile-evlilik kurumu başlığındaki öyküler ile bu başlıkta yer alan öykülerin birbirinden kesin çizgilerle ayrılamayacağını da belirtmek gerekir. Kadife Durağı’ndan “Armut Ağacı”, “Haktan”, “Çocuk”, “Marie”, “Palaz”; Aramızda kitabından “En İyi Arkadaşım” ve Hacıyatmaz’dan “Tam Tepede” bu öykülere örnek olarak verilebilir.

“Armut Ağacı” (K.D, 29) adlı öykü küçük bir kızın ağzından anlatılan, çağrışımlarla peşi sıra gelen düşüncelerden oluşuyor. Düşüncelerin merkezinde ise anlatıcının Naime isimli arkadaşı ve Naime’nin ailesi var. Naime ve ailesini kendi ailesi ile kıyaslıyor kız. Öyküde doğrudan dillendirilmese de Naime ve anlatıcının aileleri arasında sınıfsal bir fark olduğunu, anlatıcının Naime’den kıskançlıkla bahsettiğini söyleyebiliriz. Örneğin evlerinin arkasındaki bahçede bir armut ağacı olduğundan bahseder anlatıcı. (K.D, 30) Bu armut ağacı Naime’nin dedesine aittir ve “bir armutu bile parayla verir.” Oysa o, Naime’ye “minik elleri[yle] yaptığı sonra güneşte kuruttuğu sofra[sı], tabağı, çatalı[yla] ona gene çamurdan yemekler ikram et[mektedir]” Çocuk saflığı ile dolu dünyasında bu iyiliklerinin karşılıksız kaldığından yakınır. “Benim kardeşim küçük ve biz onlara benzemiyoruz” (K.D, 31) cümlesinde de anlatıcının bir karşılaştırma yapıp bundan da “yenilgi” ile çıktığı kanısına varılabilir. Öykünün sonuna doğru Naime ile bir daha oynamak istemediğini söylemesi, saçlarını tutup çekmek istemesi, “hatta [Naime’nin] annesinin balkonda yetiştirdiği çiçekleri ne kadar güzel bulduğu[n]u söylemeyecek” olması (K.D, 32) Naime ile anılarını düşünmesinden sonra “çocuk aklı”ndan geçen cezalar olarak görülüyor. Bir çocuğun düşüncelerini, kıskançlıklarını, üzüntülerini yine kendi ağzından, bir çocuk saflığı ile anlatıyor öykü.

“Haktan” (K.D, 33) isimli öykünün anlatıcısı anne karnında bulunan beş buçuk aylık bir bebek. Bebek, annesinin onu ilk fark edişinden itibaren anne-babasının duygularından, konuşmalarından öğrendiklerini anlatıyor. Kadife Durağı’nda ardı ardına gelen bu öyküler belli ki tematik bir bütünlük ile bilinçli olarak dizilmiş. Bu öykünün hemen ardından sırayla gelen diğer öykülere de kısaca değinmek gerekirse; “Çocuk” öyküsünde kuşu ölen bir çocuğun, onu gömmesinden sonra “mezarını” tekrar kazdığında kuşu bulamamasından kaynaklanan üzüntüsü; “Palaz”da sokakta bulduğu bir köpeği eve getiren bir çocuğun öyküsü anlatılıyor. Bu kategorideki diğer öyküler de yine çocuklarla ilgili çeşitli olaylar hakkında. Yazar, çocukların dünyasını, etkisinde kaldıkları önemli olayları, düşüncelerini, genellikle onların ağzından gerçekçi bir şekilde aktarıyor. Ancak bu konuda “En İyi Arkadaşım” (A, 45) öyküsünde bir örneği bulunduğu üzere bazen gerçekçilikten koptuğu da oluyor. Bir çocuktan beklenmeyecek türden cümleler yer alıyor mesela öyküde. 47. sayfada “Onların eviyle bizim ev, birbirine yaslanmış, yıkılmamak için birbirinden güç almış gibi duruyor.” ifadesini görüyoruz. Bu çocuğun önceki sayfalarda “Ölülerimizin de kulaklarına, gözlerine burun deliklerine karıncalar dolmaz mı?” diyecek bir saflığa sahipken sonra böyle “sanatlı” cümleler kurması gerçekçi görünmüyor. Ama bu hatanın dışında çocuk anlatıcı meselesinin Karatepe öykülerinde başarılı bir şekilde halledilmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Sonuç

Mihriban İnan Karatepe’nin öykülerinde yoğunlaştığı bu üç ana konuya baktığımızda yazarın duruşunu, inancını, derdini öykülerine yansıttığını görüyoruz. Yazarın durduğu bir yer var ve öyküsünde de bunu saklamak, ideolojisinin, inancının izini silmeye çalışmak şöyle dursun bunu özellikle ön plana çıkarıyor. Yine bir röportajında “Hakim sanat anlayışı[nın]  dini kimliğin sanat eserinde ifşa edilmesini fazla “siyasi”, “propagandacı” bulu[p], ayıpl[aması]” ile ilgili soruya şöyle cevap veriyor Karatepe: “İnandığı gibi yaşamayanın, yaşadığı gibi inanmaya başlaması gibi kimliği eserinde görünmeyenin kimliği de zamanla ‘göründüğünden ibaret’ bir hâl alacaktır. Müslüman yazar, hayatın bütün seslerini eserine taşırken ezan sesine sağır kesilemez. Çünkü namaz vakti girince yazmaya ara veriyordur…” Duruşunu eserlerine yansıtmakla ilgili görüşünü net bir biçimde ifade eden yazarın hem bu cümlelerinin hem de yazının başında kendisini nasıl tanımladığı ile ilgili olarak alıntıladığım “Müslüman bir anne, bir eş, bir evlat” sıfatlarının, öykülerine yansıdığını söyleyebiliriz. Özetle belirtmek gerekirse; Mihriban İnan Karatepe’nin öyküleri, yazarın kendini tanımlamasına, duruşuna, inancına paralel olarak gelişmektedir.

(Tasfiye Dergisi, Kasım-Aralık 2012)