2006 yılının soguk bir Ocak sonu idi. Bonn’da ünlü oryantalist Anne Marie Schimmel anısına organize edilen bir sempozyumda, Avrupa ve İslam konusu ele alınıyordu. İslamın Avrupa’da ikinci aydınlanma dönemini başlatıp başlatılamayacağı ve Avrupa’da yaşayan müslümanların konumu tartışılıyordu. Toplantıya, Avrupa’dan ve Almanya’dan tanınan birçok gazeteci ve entellektüel kişilikler davet edilmişti. Bilhassa konuşmacılar arasında, gerek islam dünyasında gerekse de batı dünyasında çalışmaları ile tanınmış, Prof.Tarık Ramazan, Prof. Muhammed Arqun, Almanya’da yaşayan İranlı alim Dr. Abdulkerim Suruş, eski Almanya Fas büyükelçisi Dr. Murad Hofmann, Prof. Mona Sıddıqi gibi kişilerin yanısıra, alanlarında ihtisas sahibi olan Erfurt Üniversitesinden Prof. Kai Hafez, WDR televizyonundan Prof. Henke ve Almanyanın Sesi’nden Peter Philipp gibi kişilerde konuşmacılar arasında yer alıyordu.
Toplantı İngilizce, Fransızca ve Almanca dillerine simultan olarak tercüme ediliyordu. Ama katılanların büyük bir çoğunluğu neredeyse bu üç dilden en az ikisini akıcı derecede konuşabiliyordu. Bunuda tartışma bölümlerde sorulan soruların muhataplarına, doğrudan ana dillerinde sorulmasından farketmiştim. Salonun çoğunluğu pırıl pırıl kadınından erkeğine genç müslümanlarla doluydu. Hepside, umut dolu, hepside heyecanlı hepside vazifelerinin ve taşıdıkları soumluluğun bilincinde, Avrupa’daki yeni bir neslin habercisi gibiydiler.
Toplantıya verilen arada ikram edilen “Nescafe” lerden almak için sırada beklerken, arkamdan yaklaşan kişi, eliyle işaret ederek, Nescafe’nin haram olduğunu içilmemesi gerektiği belirtti. Dönüp baktığımda, bu kişinin az önce son oturumda söyledikleri ile, salondaki o genç müslümanların yerlerinde homurdanmasına sebep olan, Prof.Muhammed Arqun olduğunu farkettim.. Almanca yaptığı için uyarıyı, bende gayri ihtiyari Almanca, gerekçesini sordum! Öylece kaldı. Prof.Arqun’la olan bu diyaloğumuza şahit olan üçüncü bir kişi daha vardı.Sessizce arkamızda durup, gülümseyerek bizi izleyen Dr.Abdulkerim Suruş’tan başkası değildi. Hafifçe kafasını eğerek selam verdi ve bende aynı şekilde karşılık verince oracıkta samimi bir ortam oluşuverdi. Oturacak bir yer bulduk. Kendiside Nescafe almıştı. “Ben de Nescafe içiyorum” dedi. Ben konuyu fazla uzatmayarak, Dr.Suruş’u da bulmuşken hemen peş peşe İran ile ilgili sorularımı sıralayıvermiştim bile. Eliyle beni durdurarak, Almancasının yeterli, olmadığını eğer farsça veya ingilizce biliyorsam sorularıma kısa kısada olsa cevap vereceğini söylemişti. Ancak ne farsça biliyordum, ne de ingilizcem o anda felsefi-sosyal bir konuyu takip edecek düzeyde yeterli idi. Kısa bir karşılıklı tanışma ve hal hatırdan sonra, görüşmemiz sona erdi. O zaman 3 yıldan beri Almanya’da olduğunu, Berlin’de ikamet ettiğini ve bu dönemi araştırmalar için kullandığını ve fırsatı değerlendirmek istediğini söylemişti.
Anne Marie Schimmel Forum’undaki konuşmasında, İslam ile Demokrasinin bağdaştığı yönündeki konuşması ilgi ile dinlenmiş, ancak kendisinden sonra konuşan ve birazda sloganik ifadelerle gençlerin gönlünü fethe çalışan Tarıq Ramazan’ın, Avrupa’nın ikinci Aydınlanmasının İslam ile gerçekleşeceği konulu konuşmasının gölgesinde kalmıştı.
Epey bir müddet sesi soluğu çıkmayan Dr.Suruş, 2008 yılındaki açıklamalarıyla gündeme oturmuştu. Kur’an’ın “Kelamullah” değilde “Kelam-ı Muhammed” olduğu yönündeki sözleriyle islam dünyasında eleştiri oklarını üzerine çekivermişti. Suruş, Kur’an’ın Hz. Peygamber’in derununda doğan ve O’nun bilgisiyle sınırlı, yüksek seviyede bir ilham olduğu, vs..gibi açıklamalarda bulunma gayretine girmiş, büyük bir tepki toplamıştı. Hatta Türkiye’den TV kuruluşları bunlarla ilgili programlar yapmışlar konuyu tartışmışlardı.
Tabiki Suruş’un bu benzeri açıklamaları içinde bulunduğu toplum açısından islami referans olarak kullanılmakta, onu ve onun gibi düşünenler, batı toplumunda öne çıkarılmaktadır. Nitekim bu yönde bir haber Almanya’nın hükümet kaynaklarınca desteklenen www.qantara.de adlı internet sitesinde Kasım 2012 ortalarında yayınlandı. ( http://de.qantara.de/Freier-aber-weniger-gehoert/20152c21918i1p498/index.html ) Burada yayınlanan haberde, Suruş’un İslam dini açısından Reformist bir düşünceye sahip olduğu, sürgünde yaşadığı, ancak sözlerinin pek az kesim tarafından dikkate alınıp dinlendiği yönünde iddialar yer alıyordu.
Aynı şekilde, haberde yukarıda belirttiğimiz Suruş’un 2008 deki Kur’an ile ilgili görüşlerinede yer verilmiştir. Suruş’un düşüncesine göre, Kur’an’ın vahiy olarak inmediğini, peygambere Allah tarafından verilen bir ilhamla yazıldığını, aynı İncil gibi, Kur’an’a da insan elinin değdiğini, aynı bütün insan eli değen eserler gibi, yanlışlar içerebileceğini belirtiliyor haber içeriğinde. Tabiki bu açıklamalar o zaman 2008 de geniş bir infial uyandırmış tepki toplamıştı. Zaten yukarıda linki verilen haber içeriğinde de, Suruş’un bu görüşlerinin, İslam aleminde geniş bir takipçi kitlesinin olmayacağı ve onun tezlerinin hakkında geri kalan müslümanların soru işaretleriyle mesleye yaklaştıklarını belirtilmektedir.
Yukarıda sözü edilen haberde, sadece Suruş’dan değil, aynı şekilde Suruş gibi, yurt dışına iltica etmiş, Mohsen Kadivar, Zusuf Eshkavarı gibi, diğer İran’lı reformist düşüncede olanlardan ve onların düşüncesinden bahsetmektedir. Burada derin tartışmalara girmeyip sadece yukarıda linkini verdiğimiz habere atıf yapmakla yetinelim.
***
Yukarıda verilen haberden ayrı olarak, yine 31.Ekim.2012 de FrankfurterRundschau gazetesinde Joachim Frank imzası ile bir röportaj yayınlandı.( http://www.fr-online.de/kultur/iran--die-zeit-der-propheten-ist-vorbei-,1472786,20753736.html ) Röportaj başlığı ilginçti: Peygamberlerin Devri Sona Erdi başlığını taşıyordu. Röportaj yapılan kişi ise, Dr.Abdulkerim Suruş’tan başkası değildi.
Okuyucuların hemen aklına, neden bu röportajın konu edildiği sorusu gelebilir. Ancak, gerek Iran’da ki son dönemde yaşanan gelişmeler, gerekse Suruş gibi diğer Exil-Iran’lıların batıda gördüğü rağbet vede İslam Dünyası ile ilgili söylediklerinin ses getirmesi nedeniyle bu röportaj ele alınmaktadır. Röportaja esas metin Frankfurter Rundschau gazetesinin online sayfalarında yayınlanan ve yukarıda linki verilen metindir. Birbirinden ilginç sorulara, Suruş’un birbirinden ilginç verdiği cevaplar, biraz zihnimizi zorlayacak. Röportaj esas olarak İran devrimi ve İran’da yaşananlara ilişkin olsada, söylenen sözlerin günümüzede şamil olması açısından röportaj oldukça can alıcı noktalara değiniyor.
Röportaj çevirisi tarafımdan yapılmış, mümkün mertebe manaya sadık kalınarak çevirilmeye çalışılmıştır.
Röportajı yapan kişi Dr.Abdulkerim Suruş'u İranlı Luther olarak tanımlamakta…
Röportajda ilk soru, Suruş’un yaşadığı değişim ile ilgili. Onun, nasıl olupta, İran Devriminin ateşli önde giden bir askeriyken, bir anda en önemli rejim Eleştireni olmasıyla ilgili. Suruş’un soruya cevabı ise oldukça ilginç:
Bir çok iranlı entellektüel gibi, bende diktatör şah rejimi karşıtıydım. Umudumuz, bu rejimin bir gün, demokratik, özgür ve hukuk devleti ilkelerini esas alan bir düzenle değiştirilmesi idi. Ancak Şah rejiminin yıkılması ve Ayetullah Humeyni’nin iktidarı devralmasından sonra, bu umutların, sadece bir hayali istek olduğu kendini gösterdi. Sonrasında, bizim devrimimizde, Fransız devriminden, Rusya’daki Ekim devriminden farklı olarak, düşüncel bir temelin eksik olduğunu tespit etmek zorunda kalmıştım. Iran devrimi, teorisi olmayan bir devrim olarak ortaya çıkmıştı.
Soru: Gerçekten ilginç bir tez. Peki İslam, tam olarak bir tanrı devletinin (Gottesstaat) omurgasını oluşturmuyormu?
İslam bir slogan, bir parola getiriyor. Ancak, kesin düzenleyici bir çerçeve değil. İslamın, iktisadi düzeni nedir, İslam siyaseti nedir? diye sorulunca, kimse cevap veremiyordu. Elde, tek pratik uygulanma imkanı olarak, şeriat hükümleri, islam fıkhı kalıyordu. İslam fıkhının uygulanması, esasen problemin bir parçası, çözümün bir parçası değil. Her devrim başlangıçta nefret ve hırsın hakim olduğu duygusallıkla, emosyonlarla ilerler. Ama, sadece duygusallıkla toplumların kuruluşunu sağlayamazsınız. Aklın (Vernunft) kullanılmasınada ihtiyaç vardır. Bugüne kadar İran’da eksik olan budur.
Soru: Şeriat hükümleri hangi açıdan problem oluşturuyor?
Şeriat hükümleri, tek taraflı olarak insanların sorumlulukları üzerine yoğunlaşmakta ve insanların bireysel haklarını ise, görmezden gelmektedir. Ancak, toplum içerisinde, insanların sorumlulukları ve hakları arasında bir denge oluşturulması gerekir. Kanaatimce, batı dünyasında bu sorumluluklar arka plana atılmaktadır. Diğer taraftan ise, İslam dünyasında, şu anda bireysel haklar için mücadele verilmektedir. Bundan dolayı, arap baharında, gençlerin vatandaşlık ve kişi hakları için çağrıda bulunmalarını sevinçle karşılıyorum.
Soru: Arap baharı devriminde, eksik olan teorik temel yerine, siyasal islam mı yerleşiyor?
Bu haliyle haklı bir endişe. İşte bu sebeple tekrar vurgulamak istiyorum. Demokrasilerde önemli olan kurumlar, seçimler ve parlamento değil. Demokrasinin kalbi, aynı zamanda, kanun koyucuyu ve idareyide denetleyen, güçlü bir ADALET sistemidir.
Soru:İslam Hukuku, şeriat aslında güçlü. Hatta caydırıcı derecede güçlü.
Lakin, bağımsız değil. Eğer hukuk politikanın boyunduruğu altına alınırsa, bunun ucunun nerelere vardığı, İran örneğinde görülüyor. Adalet sisteminin dişi çekilmiş, adaletin keskin kılıcı ise köreltilmiştir. Bu işte, İslamla olan problemdir: İslam esaslarını temel alarak, demokratik bir sistemde yerleştirebilirsiniz, despotik bir sistemde. Herşey, nasıl yorumladığınıza bağlı.
Soru: Yani sizin iddianıza göre, İslam ve Demokrasi birbiriyle uyuşuyor, öylemi?
Kesinlikle! Kuvvetler dağılımı ve güç sınırlaması, serbest seçimler, bütün bunların hepsi islam ile bağdaşmaktadır. Buna karşın, İran’daki rejimin ortaya koyduğu şeyin, bununla alakası yok. İslamın esaslarından, doğrudan doğruya bir demokrasi teorisi ortaya konabilir desem, çok ileri gitmiş olmam. Ancak, diyorum ki; Demokratik bir sistem İslam’a aykırılık teşkil etmez. Bir müslüman, tek bir dini kurala aykırı hareket etmeksizin, aynı şekilde iyi bir demokratta olabilir.
Soru:Bu aktuell tartışmalar,bilhassa Kur’an’ın normları açısından ele alındığında, çok daha farklı görünmektedir.
Papa 16. Benedikt’in dahi, Regensburg konuşmasında içine düştüğü, Kur’an’ın değiştirilemezliği ile iligili yanlış anlaşılmalarda, bu açıdan değerlendirilebilir.
Soru: Hangi yanlış anlaşılma?
Ekseriyetle, Kur’an „Tanrının Sözü“ (=Wort Gottes) olarak kabul görür. Ancak, Tanrı, yazar değilki. Muhammed, tanrının sözü olarak kendisine ulaştırılanları, kendi dilinde yazdı ve bizlere aktardı. Peygamber bu açıdan bakılırsa, Papağan değil, aksine bir arı: Arı balı kendisi üretir, ancak bunun yapabilmek için yeteneği, onu yaratan tarafından, ona verilmiştir. İlave olarak: Kur’an biz insanlar içinde tanrının sözüdür. Öyleyse hepimizin, bu sözleri yorumlamaya ve sözleri manalandırmaya hakkımız vardır. Bu tarih boyuncada böyle olagelmiştir.Hatta, içinde „sorumluluk“ tan bahsedilen konularda Tanrı, vahyi ile söz vermişse veya insanların Tanrı ile tartışmasından bahsediliyorsa, bu hususlarda Kur’an bizi yorum için teşvik ediyor. Eğer insan Tanrı ile tartışabiliyorsa, neden dini ve politikotoritelerle tartışamasın. Tabiki otoriteler, bunları pek duymak istemiyorlar. Ve bu sebeplede, ilgili hususların yer aldığı bölümlerdeki metinleri görmezden gelmektedirler.
Soru: Hangı temel esaslara göre Kur’an’ı yorumluyorsunuz?
Bu hususta temel ifadelerle, sınırlı şekildeki tarihi ve değişken ifadeler arasında farkı gözetmek zorundayız.
Soru: Kim karar verecek buna?
Kimse tekbaşına karar veremeyecek. İslamda hicbir şekilde üstün bir dini otorite yoktur, buda zaten islama has özelliktir, İmamlar bunun üzerinde tartışabilirler, hatta tartışmak zorundadırlar. Bunun neticesinde, alimler, Kur’an’ın büyük kısmı hakkında, zamanın değişimine, içinde yaşanan çağa bağlı olarak, farklı sonuçlara ulaşabilirler. Bu demektir ki –bu çok önemli- Kur’an daki A,B,C,D gibi ifadelerin, her hal ve şartta esas alınacağı, önem arzedeceği, sonsuza kadar geçerli olduğu yönündeki kesin tespitler yoktur.
Soru: Peki size göre 21. Yy başlangıcında önemli olan, esas olan nedir?
İnsanın tanrı olmadığıdır; insanın bu kendini ve gücünü sınırlandırması her dinin, aynı şekilde İslam’ında çekirdeğidir, Öyleki, ölümden sonra bir hayatın olduğu inancıda. Aynı şekilde, dini tecrübeler ve ahlakda temel esaslara dahildir. Bunların haricindeki şeylerin çoğu değişkendir (akzidentiell) ve İslam’ın esasına ait değildir. Bütün şeriat, ceza hukuku, kadının rolü, mülkiyet ve miras hukuku meseleleri, Siyaset – Zamanın şartlarına göre değişken olan, sosyal durumlar, sosyal çevre.
Soru: Eğer farklı kabul gören tefsirler varsa, kelmesi kelimesine verilen manalarda burayamı ait?
Gerçi fundamentalistler, Kur’an’ı kelimesi kelimesine alabileceklerini iddia ediyorlar. Ancak bu doğru değil. Kelimesi kelimesine (wörtlich) tefsir/anlamlandırma mevcut değil. Bu sadece sabit bir fikir. Fundemantelistler, kendi fikirlerini öne sürüyorlar ve bunu, kendi düşüncelerine uygun olabilmesi için, Kur’an metni ile harmanlıyorlar. Asıl kaynağa, başlangıç noktasına geri dönüş fikri, tarihte olduğu gibi, din açısındanda çok kötü bir fikirdir.
Soru: Peki, İslam’daki kabul gören çeşitlilik yanında, dinler arasında kabul gören, geçerli olan bir pluralizm varmı?
Peygamberler ve din/mezhep kurucuları (Religionsstifter) pluralist değildirler. Onlar dinlerini, sadece kendi dinlerini ilan ederler. Bu böyledir. Ancak, peygamberler devri geçti artık. Ve elimizdeki peygamberlerden kalma çok çeşitli zengin bir miras var. İnanıyorum ki; eğer, yanyana varlığımızı koruduğumuzda, birbirimizden birşeyler öğrendiğimizde, ve hatta, farklı dinlerin unsurlarından, kendimiz birşeyler bir araya getirdiğimizde, dinler/inançlar açısından iyi bir şey yapmış oluruz.
Soru:Dinsel eklektizizm, dermecilik?
Bütünüyle! Ancak bu dermecilik/eklektizizm daha ziyade din eğitimi almış olanlar içingeçerli. Sıradan inananlar için din, birazd, özdeşlikle/kimlikle ilgili. Bizlerden pek azımız, çift yada bir çok kimlikle yaşamayı isteriz yada yaşayabiliriz. İşte bunun için, müslüman severek müslüman kalıyor, Yahudi bir yahudi, hristiyanda bir hristiyan olarak.