12 yıl sonra: Ramazan Dikmen (1956 Dursunbey - 10 Nisan 1997 Ankara).
Onu, bana en çok hatırlatan bir hayıflanma ünlemi olur. Özellikle ironik bulduğu bir olay karşısında şaşkınlığını ifade etmek istediğinde: "Şimdi üstat Necip Fazıl sağ olaydı bu olay karşısında kim bilir nasıl bir nükte patlatırdı!" "Üstadın bu konuda ne söyleyeceğini düşünüyorsun Ramazan?" diye sorduğumda: "Onun ne söyleyeceği belli mi olur, olayı öyle bir akla gelmedik yanında ele alırdı ki, bu işte parmağı olanlar asla altından kalkamazdı. Ah üstat, ölmemeliydin!" der ve devam ederdi: "O siyasî partinin lideri için virajı alamadı, demişti üstat, bu kadar çarpıcı bir benzetmeyi ondan başka kim yapabilirdi? Şimdi şu önümüzde virajı alamayıp yuvarlananlara bakınca, üstadın onlara neler yakıştıracağını düşünüp gereğini yapamayınca kahroluyorum..."
Öğle vakitlerinde yemeğe birlikte çıkışlarımızda böyle kesik, belki birbirini tamamlamayan anekdotlarla, ordan oraya atlayarak sohbet ederdik. Bir defasında Prof. Hikmet Özdemir'e haksız saldırıda bulunanlara öfkesini belli ederek: "Adamlar Hikmet hocaya haksızlık yapıyor, belden aşağı vuruyorlar. Hikmet hocanın İslam'ı bilip bilmediğini sorguluyorlar. Bu, belden aşağı vurmaktır. Şimdi, o, İslam'ı bildiğini öne sürenleri Kuran'dan sınava tabi tutsam olur mu? Olmaz. Çünkü ben Kuran hafızıyım. Onlar hafız değil. Arada böyle bir fark olunca benim bu davranışım belden aşağı vurmak olur" demişti.
Onun ölümünden bu yana geçmiş olan tam bir düzine yılı aklıma getirince ne yaman bir zaman kayasına tosladığımı fark edince nevrim dönüyor.
Sanki Ankara Dikmen'deki evinde onun hastalıklı halindeki ziyaretlerimiz tamamlanmamış gibi geliyor. Hastaneden evine taburcu edildiği günün akşamında gene evindeydik. Semtin elektrikleri kesilmişti. Odayı neyle aydınlattığımızı hatırlamıyorum. Fakat teknik bir cihazla aydınlanıyorduk. Hafif sarı, aydınlıktan çok karanlık yayan bir ışığın gölgesindeyiz. Bir arkadaş daha var... Yeni tedavi yöntemleri üzerine konuştuk. Alternatif tıbbın imkânları üzerinde biraz gezindik. Sonra konu yazma üzerinde yoğunlaştı. İyileştikten sonra hacca gitmeyi kafasına koyduğunu söyledikten sonra: "Bu hastalık üzerine ilginç izlenimlerim oluyor. Evde, hastanede, orda burada öyle ilginç vakalarla karşılaşıyorum ki, onları günlük halinde yazmak istiyorum."
Dediğinin birazını yerine getirdi. Fakat hastalığının yaman dönemeçleri arzusunun tümünü yerine getirmeye fırsat vermedi. O konuşmalarımız esnasında en çok atıfta bulunduğu isimlerden biri Alaeddin Özdenören'di. O, henüz hayattaydı. Kim derdi ki, Ramazan, Alaeddin'den daha aceleci davranacak? Ve Alaeddin, Ramazan'dan sonra bir 6 yıl daha yaşayacaktı? Onu anarken hep şöyle derdi: "Alaeddin ağabeyin delikanlı duruşuna bitiyorum abi!"
İlk kitabı Kıyıya Vuranlar (İz Yayınları) ölümünden yaklaşık 1 yıl önce yayınlanmıştı (1996). İkinci öykü kitabı Afife Ablanın İncileri (Hece Yayınları) ise öldüğü yılda, fakat ölümünden sonra yayınlandı. Daha sonra bu iki kitaptaki öyküleri Muhayyer adıyla tek bir kitapta toplandı. Bir de, John Kennet Galbraith'den İktidarın Anatomisi (Hece Yayınları, 2004) adıyla Türkçeye kazandırdığı çevirisi yayınlandı.
Az, fakat kaliteli ürünleriyle öykü dünyamızda kendine özgü yerini aldı. O dünyanın içi içine sığmayan zarif figürlerinden biriydi. Taşıdığı birikimin yakın tanığı olan biri sıfatıyla diyorum ki, ömrü elverseydi o birikimden daha nice ürünler çıkardı! Kendini deneyen, denediklerini kâğıda geçirmekte acele etmeyen bir mizacı vardı. Böyleyken hayatını kısa kesti: Akif İnan'ın, Alaeddin Özdenören'in, Erdem Bayazıt'ın ölümlerini görmedi.
(YENİ ŞAFAK, 09.04.2009)