Düşlenen hayatla yaşanan hayat arasında her zaman bir açıklık bulunuyor. İnsanlar fedakârca yaptıkları her eylemle bu açıklığı kapatmaya çalışsa da realite, “ben buradayım” demeye devam ediyor. Kıyamete değin sürecek bu kadim gerçeklik zihinlere şu cümleyi fısıldıyor, ‘’ Buna mecbursun ‘’.
Modern hayat diye şifrelenen naylon duyarlılıklar içinde, insan doğasını zorlayan birçok şey bulunuyor. Bu yüzden düşünceler ve yaşamın içindeki roller hep parçalanmışlık içinde. Birbirinden kopuk ve bağımsız. Her zorunlu hayat, işgal edilen ve ihmal edilen başka hayatları doğuruyor. Öyle ki bu hayatlar, kimi zaman mahkûmiyetin kibarca ifade ediliş biçimi oluyor. Yılmışlığı ve yıkılmışlığı anlatıyor. Kanımızın damarlarımızdan çekilmesine, hayat enerjimizin tükenmesine neden oluyor. Biz ne kadar bunu ‘’sorumluluk’’ kılıfına sokarak geçiştirsek de bu durum zincirlerimizden bir halkayı bile eksiltmeye yetmiyor.
Yapılan işler kalpten olduğunda ve samimice yapıldığında kabul görür. Gösteriş ve zoraki olarak yapılanlar ize ziyan edilmiş emeklerdir. Bu sebeple bir şeyleri zorunluluktan dolayı yapmak insanı mutsuz ediyor. Bilinçaltı zorunluluğu sevmiyor. Ortaya konulan her zorunluluk bilinçaltınca itiliyor. Bu itiş kakış sonunda içlerde acılı bir mücadele sürüp gidiyor. Kimi insan nice törpülenmiş zorunluluklar biriktiriyor ömür heybesinde. Gece bitip ortalık aydınlandığında ise bir bavula sığan hayatlar peyda oluyor.
Zorunlu hayat, zengin olsun fakir olsun, amir ya da memur olsun, kadın erkek herkesi kuşatıyor. İnsan, zorunlu olduğu hayatın her anında, yanarken donmayı yaşıyor. Her saniyesi buzdan bir alev oluyor. İçinde taşıdığı nefes öylesine bileniyor ki, üflese keskin bir bıçak oluveriyor. Bakışları buram buram eziklik kokuyor Karanlıklar sızıyor düşlerine. Zorunluluğun ağır yükünün altında yakalandığı mutsuzluğu gizlemek ise daha ağır geliyor. Bunu gizlemek için onlarca maske takıyor sahte gülümsemeli yüzüne. Öyle tavizler veriyor ki sonunda aynada gördüğü yüzünü tanıyamıyor.
Modern (!) hayat, zorunlu eğitim, zorunlu emeklilik, zorunlu hizmet ve zorunlu sigorta gibi farklı noktalardan da insanı zorluyor. Tercih yapmak şöyle dursun söz hakkı bile tanınmıyor. Şöyle etrafınıza bakın bakalım; kaçımız hayalindeki mesleği yapıyor? Gençler sınavda a seçeneğini işaretlediği için öğretmen, b seçeneğini işaretlemediği için mühendis olmak zorunda kalıyor. Ya da kaçımız istediği şehirde yaşıyor? Kan bağına yakın olmak, kalıplaşan yargıları yıkamamak ve elin mahkûm olması türünden sebeplerle patlaya sıkıla istemediği şehirlerde yıllarını geçiyor? Zorunluluklar isimlere bile sirayet ediyor Kaç kişi nice zorluklarla dünyaya getirdiği yavrusuna, hayallerini anlatan isimleri özgürce koyabiliyor. İster ebeveyn baskısı deyin isterseniz yasalar. Çoğu kişi “El alem ne der” diyerek isyanı içinde yaşayıp gidiyor. Kimi insan istediği pencere kenarı yerine koridorda istemese de tanımadığı biriyle sabahlara dek süren seyahatler yapıyor. Zorunluluklar yüzünden duygusu kazınmış robotlara dönen insanlar, kâbus dolu günlere soğuk bir “merhaba” ile uyanıyor.
Öylesine zorunluluklarla kuşatılıyoruz ki kendi rahatını düşünen insanlar yüzünden ötekinin rahatı bozuluyor. Onlar huzurlu olsun diye diğeri huzurunu yitiriyor. “Ben bunu istiyorum” diyerek adım atmak bile garipseniyor. Bu yüzden zorunluluklar bazen tahammülü gerektiriyor. Tahammül “hamal”dan gelir. Tahammül edilenler aslında taşınan birer yüktür. Bu nedenle zorunluluğa tahammül edemeyenler yükünü en yakın durakta bırakıyor.
Elbette ki hayatta yaşamak zorunda olduğumuz şeyler vardır. Bunları önceden bilemeyiz. Başımıza gelir ve yaşarız. İstemesek bile. Bunlardan vazgeçmeye ne gücümüz vardır ne cesaretimiz. Buna karşın insanlar, tercihlerine doğru sonuçlarını göze alabildiği kadar adım atıyor. Her tercih bir vazgeçişi zorunlu kılıyor.
Zorunluluklar insanı zamanla kurban psikolojisine sokarak, hayata karşı edilgin hale getirir. Bu yüzden zorunlulukların birer seçim olduğunu kabul etmek yaşam kalitemizi artırabilir. Kimi zaman yaşamaktır zorunluluk, kimi zamanda ölmek diyelim.