Menu
VAROLUŞUN ÜÇ MERTEBESİ: SEN, BEN, O
Deneme/İnceleme/Eleştiri • VAROLUŞUN ÜÇ MERTEBESİ: SEN, BEN, O

VAROLUŞUN ÜÇ MERTEBESİ: SEN, BEN, O



İşleyişi bozuk bir zihnin, eksik kalmış duygusal süreçlerin tökezletip durduğu kainat tasavvurlarının, kendi dünyasını inşa etmek için yola çıkan insanoğluna yaptığı zulümlerle doludur, alem... İnsanın kendi gerçekliği içinde varoluşunu gerçekleştirebilmek için verdiği savaş; kumdan kaleler gibi yıkılıp duran ve yeniden kurulan dünyaların baş döndürücü hızı karşısında, yeryüzünden ciğerlerine çektiği ilk nefesle sanki evrenle bütünlüğünden ilk kez koparak uzun bir kendini arayış yolculuğuna çıktığını hisseden bebeğin acısı kadar büyük; bir o kadar da travmatiktir.

Duyguların zihne dökülerek düşünceyi oluşturduğu çocuğun bu ilk anlam dünyası, renk cümbüşünün oynaştığı bir gökkuşağı gibi olmakla beraber, aslında zihinsel işleyişi duygusallık üzerinden gerçekleştiği için, hakikatın çarpıtıldığı, gerçeklik algısının yanılsamalarla ya gizeme ya da romantizme dönüştürüldüğü, aklın yorumlama yeteneğinden yoksun bir bilinç halidir. Dünya, işte bu çocuksu algıyla kainatı anlamlandıran mistikler, şairler, nevrotikler ve sıradan insanlarla doludur. Sembolleri yorumlayarak yetişkinlerin dünyasına giriş yapma şansından mahrum olan bu kişilerin hayatla kurduğu ilişki; hakikat okyanusu orada tüm ihtişamıyla durmakta iken, okyanusun kıyısındaki kumsalda çakıl taşlarıyla oynayan bir çocuğun haline benzer.
Şairler, içsel dünyalarında keder ve sevda şarkıları söyleyerek hiç değilse eğlenebilirler.
Nevrotikler, hayatın bitmek bilmez bir kabusa dönüşmesinin nedenini ararken, bahaneler üretmekle meşgulürler ve kendi buhranlarının çözümsüzlüğü içinde hatanın nerede olduğunu bir türlü göremezler.
Soyutlama yeteneğini bakir bırakan sıradan insansa, güncel kaygılarla boğuşmanın yarattığı düşkırıklıkları ya da coşkularla oyalanmaktadır. Diğerlerine göre bir nebze daha mutlu olduğu söylenebilir. Hele de kutsalları varsa, mitolojilerle beslenen din duygusunun korunaklı alanında, toprağa yakın durduğu gün gelene dek, emniyetli bir fanusta, küçük sevinçlerin ve acıların adamı olarak, yaşam serüvenini noktalayabilir.
Oysa tüm bunların içinde en talihsiz olanı, masumiyetin ve samimiyetin, yolculuğu son durağa götürmek için yeterli olmadığını fark etmeden, faniliğin içinde ab-ı hayatın sırrını arayan mistiklerdir.
Kimileri, hayatını olanca samimiyetiyle metafizik dünyanın sırlarına vakıf olma uğruna feda etmiştir. Ama bilmez ki, kendince attığı çileyle dolu dev adımlara rağmen aşk-ı ilahi yolunda heder ettiği canı, aslında hakikat menziline bir milim bile yaklaşmamıştır. Bunlar hisler aleminde yaşadıkları müddetçe, seyri sulükleri boyunca ürettikleri tüm anlamlar, sadece kendi zanlarının etrafında bir daire çizmektedir. Zanlar çoğalmakta, her geçen gün zihinlerine ve kalplerine bir yenisini ekledikleri malumatları, cahillerin çoğalttığı bir nokta olan ilimden çok uzaklarda, vehmettikleri merkeze kondurulmuş hain bir pergelin ucunda hızla yeni çemberler çizmeye devam etmektedir.
Aşktan da ilimden de nasipsiz olan bu sır sevdalıları, hakikatin dosdoğru yolundan çok uzaklarda, vehmettikleri anlamları zanlara dönüştürdükleri arka sokaklarda oyalanmaktadırlar. Bu safdilliğin içerdiği masumiyet, erdem ve ahlak algısıyla birleşince, ya kuru bir zahitlik ortaya çıkar ya baygın bir mistiklik hali... Yahut, aramakla bulunmayacağına hükmedenlerin gelenekten koparak oluşturduğu alt kültürlerin tabiiyetinde, hakikatın üstündeki perdeleri kaldırmak yerine onu binbir renge boyayarak yeni elbiselerle süsleyen köksüz meşrepler türer.
Eşyanın mahiyetini olduğu gibi görmek insanlığın yorgun tarihinde pek azlarına lütfedilmiştir.
Onlar, ötekilerce tasavvur bile edilemeyen bir “yalnızlığın” pençesinde ferd-i ferid olarak yaşarlar hayatı. Bu müzmin yalnızlar, kendi varoluş serüvenlerinde “bilme”nin bedelini fazlasıyla öderler. Ama kendi farkındalıklarıyla imar ettikleri dünyalarında, kendini gerçekleştirmenin tadıyla, her türlü acıya “ale’r re’si ve’l ayn” göğüs gererler. İyiyle kötünün, kederle sevincin müsavi olduğu o hakikat noktasına en çok yakın duranlar bunlardır. Dış dünyanın gerçekliğiyle kurdukları ilişki türüyse, iki şekilde kendini gösterir:
İnsanlarla muhatap olurken yaşadıkları can sıkıntısını, kavramların yeryüzüne indirildiğinde kaç farklı renge boyandığını keşfederek giderme eğilimindedirler. İnsanoğlunun kendini hangi gölgeliklerde gizlemeye çalıştığını, peçesi yırtılıp da güneşle karşılaşmak üzere olanların hangi tekniklerle başlarını kuma gömen devekuşuna dönüştüklerini incelerler. Nesnelerine yöneldiklerinde bu yüzden bir tür hayret makamındandır bakışları. Onlar için asıl tehlike, şaşıramayacak kadar çok gözlem yaptıklarında gelir. Hayatı çekilmez kılan bir usanmışlık krizi, yeniliğe duydukları açlığı doruğa çıkarır. Kendilerini hayattan çok ölüme yakın hissetmeleri bundandır.
Bu formdaki insanlar için, dış dünyayla kurdukları ikinci ilişki ise, kendi yaşam alanlarında varlıklarını sürdürebilmek, ve anlaşılmadıkları bir dünyanın işkenceye dönen mecburiyetleri karşısında özgür kalabilmek için direnmek üzerine kuruludur. Onların erdemden anladığı da budur. Hayatta en çok, kendilerine yakındır onlar. Kendi hakikatlerine duydukları saygı nedeniyle, kendi bilinç düzeylerinden aşağıdaki bir varlık düzeyinden sadır olabilecek bir sözün, tavrın, halin benliklerinden süzülmesi kadar hiçbir şey incitmez onları. Onlar için on emrin özeti nedir? İç dünyalarında, neredeyse şahsiyetleşmiş bilgeliklerinin karşısında duran bu tip insanlar; iç içe geçen daireler gibi taşıdıkları varlık katmanlarından birinden, diğerlerini umursamadan ve bilinçlerindeki bütünselliği bozarak vaki olan en ufak bir tutarsızlığın karşısında ilk büyük günahı işleyen Kabil gibi hissederler. Kurdukları anlam dünyasında taşlardan birinin yerinden oynaması demek, diğer insanların başlarına değip yere düşen önemsiz bir sararmış yaprağın, onların dünyasında deprem etkisi yaratması demektir.
Güncel kullanımıyla aşka gelince... Bu tip adamların aşık olma şansı yoktur. Çünkü diğer insanlar için vazgeçilmez bir tutku yaratan etkeni, kendi elleriyle yok etmişlerdir. Onlar gizem üstüne kurulu, üstüne bin bir çeşit anlam elbiseleri giydirilen, adına kasideler ithaf edilen bir Leyla yaratma şansından mahrumdur. Leyla onlar için, yüceltilecek bir gizemin mazharı değil, aksine dört köşeli bir aklın çözümlemeler yaparak tüm gizeminden soyacağı Havva’dan ibarettir. Bundan öte olsa olsa, hakikata dair bir söyleyişte alegori yapmak için kullanılabilecek bir semboldür Leyla... Leylaya aşık olmaları bu yüzden mümkün değildir. Leyla aşkın öznesi olarak asla var olamaz onlar için..Ancak belki bir nesne olarak sevilebilir..
Kendi kahrıyla yaşayıp kendi kahrıyla ölmek kaderleridir. İç tutarlılıklarını sağlayarak korudukları soylu yalnızlıkları, ölümlerini asil kılar. Doğumla ölüm arasında uzanan yaşam çizgisinde, onlar oynadıkları rolün hakkını vermenin saadetiyle yaşar ve yalnızlıklarını kutsayacak bir şeb-i aruz duygusuyla ölürler. Hayatı yaşanmaya değer kılan biricik hayalleri, böyle bir ölümle ölmektir.