Bu konuyu seçme nedenim çağdaşı olduğumuz bir geçiş sürecine tarihsel olarak rastlamamızdan ötürüdür. Mevcut iki olgu arasında fazlasıyla komplike ilişkiler ve çok boyutlu faktörler olmasından dolayı sadece siyasal ve ekonomik boyutunu tartışmak istiyorum. Sosyo-kültürel, sosyal psikoloji, yönetişim, siyasal iletişim vs. gibi daha farklı alanlar üstüne çalışmamı da bir sonraki yazımda tartışmayı hedefledim.
Bir geçiş süreci içinde olduğumuzdan bahsettim. Peki, nedir bu geçiş süreci? Kabaca ve yüzeysel olarak başlarsak Fordist üretim modelinden Post-Fordist üretim modeline geçiş veyahut Sanayi toplumundan Bilgi toplumuna geçiş... Post-Fordizm, Fordizm Ötesi, Fordizm Sonrası gibi farklı ülkelerde muhtelif tanımlamaları olan bu yeni ekonomik model, arz-talep ilişkilerine cevap verememeye başlayan, küreselleşen sermaye ilişkilerine ayak bağı olan fordist üretimin bir eleştirisi ya da fordizm-sonrası olan ve Gramschi’nin hegemonyasında olduğu gibi yeni üretim modelinin kendi hegemonyasını kurma-kurumsallaştırma-içselleştirme süreçleridir. Geçiş süreci, Sanayi toplumunun kendine özgü argümanlarının değişmesi ve başka bir yapısal ve/veya işlevsel ( yapısal mı işlevsel mi olduğuna dair farklı tartışmalar mevcuttur ) boyut kazanmasıdır. Sanayi toplumundaki maddi sermayenin yerini Bilgi toplumunda “İnsan” ın alması, Üretimdeki fiziksel kol gücünün yerini bilgi ağları-bilgi gücü alması, Sanayi toplumunda üretim nitelikli veya niteliksiz her türlü insanın girebileceği bir alan iken Bilgi toplumunda Nitelikli İnsan Faktörü’nün öncül olması, Sanayi toplumundaki sınai mal üretiminin yerine elektronik araçlar-robotlar-iletişim araçları vs. geçmesi, kapitalist Toplumunun üretim faktörlerine bu yeni dönemde bir yenisinin daha eklemlenmesi (Bilgi) ve son olarak Ulus-Devlet ile yaşadığı kriz. Üretim modelindeki bu yeni argümanlar Bilgi-İletişim Teknolojisinin gelişmesine paralel olarak ortaya çıkmıştır.
Bilgi-İletişim-Erişim Teknolojisi’nin gelişimi ile beraber mobilite olgusu hız kazanmıştır ve sermaye akışkanlığı ivme göstermiştir. Artık üretim süreci tek bir bant üzerinden değil parçalanabilir bir hale gelmiştir ya da daha doğrusu parçalanabilir üretim modeli sermaye için daha elverişli bir alan haline gelmiştir. Mesela, otomobil üretiminde tek bir üretim bandı üzerindeki maliyet çıktıları, parçalanabilir üretim modelinden daha fazladır. Çok-uluslu şirketler artık karlarını yükseltip maliyetlerini azaltacak alanlar aramaya başladı. Limana yakın olan kentler, gideceği yerdeki işgücü maliyetlerinin az olması, kara-demir-hava-deniz yollarının yani altyapının gelişmiş olması, yapacağı yatırımın o ülkede herhangi bir hukuksal mevzuata takılmaması gibi vs. etkenler sermayenin akışkanlığını arttırdı. Ve artık ekonomik rekabet ulus-devletlerarasında değil kentler arasında yaşanmaya başladı. Çünkü Post-Fordizmde “Talep” eksenli bir üretim anlayışı vardır. Üretimi belirleyen argüman, ulus-devlet ve özel teşebbüsün iradesi olmaktan ziyade yani arz eksenli olmaktan ötürü, talep eksenli aşağıdan yukarı doğru hareketlerdir.
Post-Fordist üretim modeli ile Ulus-Devletin krizi işte burada başlamaktadır. Son derecede esnek bir yapıya sahip olan bir üretim modelinin karsısında merkeziyetçi bir siyasal rejim yanı
Ulus-Devletin kendisi var. Post-Fordizmin, Ulus-Devleti aşağıdan ve yukarıdan aşındırdığını analiz edebiliyoruz. Arz yönlü politikalar yerine Talep Yönlü Politikaların benimsenmesi ve yerel rekabetin hızlanması Ulus-Devletin aşağıdan aşındırılması, Ulus-Devletin kendi tekelinde tuttuğu egemenlik yetkilerinin sınırlanması veya bu yetkilerin Uluslar Üstü kurumlarla (BM,AB,IMF vs. ) bölüşülmesi üstten aşındırılmasıdır.
Bu iki olgunun birbirleriyle çatışmasını gördükten sonra karsımıza bir paradoks çıkıyor. Bu paradoks bugün hala bir paradigma halindedir yani varsayım ötesidir. Post-Fordist üretim yapıları Ulus-Devlet ile çıkmaz halindedir ve çelişir evet ama “Ulus-Devlet de kendi sınırları içinde iktidarı-istikrarı sağlar ve kaosun önüne geçer. Kaosu önleyecek tek güç Ulus-Devletlerdir.” Gibi bir paradigma ve paradoks ile karsı karsıyayız.
İşte burada Yeni Sağcı politikalar ve Liberal felsefe, küreselleşme sürecinde Ulus-Devletleri yeni bir tanımlama surecine girmiştir. Ulus-Devlet’in özünü-pratik faaliyetlerini ve anayasal boyutunu değiştirecek, ekonomik modele cevap verecek bir raya oturtmak ihtiyacı…
Bu ihtiyacı karşılamak için Yeni Sağcı ideologlar iki argüman üzerinden bu ihtiyacın tatmin edilebilirliğini tartışmışlardır. İlki “Serbest Piyasa” diğeri ise “Güçlü Devlet” olgusu. Klasik liberal felsefeyle bu iki fikrin çeliştiğini görüyoruz. Çünkü liberal felsefede merkezde güçlü devlet değil bireyi özgürleştirmek-temel insan hakları gibi vs. argümanlar yatar. “Güçlü” sözcüğünü tekrar yorumlamak gerekiyordu bu durumda. Yeni güçlü tanımı ise; Piyasanın gerektirdiği doğrultuda hızlı karar alıp uygulayabilmektir. Serbest Piyasa, rasyonel bireylerin gönüllük esasına dayalı bir şekilde bir araya geldiği ve kendi çıkarlarını maksimize ettiği alandır. Her hangi bir aktör diğerine baskı kuramaz. Devlet hem piyasaya girip mal üretip hem de piyasanın dengesini ve kurallarını belirleyemez çünkü bu durumda az önce bahsettiğim “hiçbir aktör diğerine baskı kuramaz” ilkesini çiğnemiş olur. Piyasada mal üreten her kurum aktördür Devlet dahi olsa.
Devlet piyasadaki bu dengeyi korumakla yetinmeli, piyasanın dostu olmalı aynı zamanda piyasadan uzak olmalı. İşte “Serbest Piyasa” ve “Güçlü Devlet” argümanının faktörleri bunlardır. Ekonomik modeldeki bu değişimler kamu hizmetlerini de etkilemiştir. Yeni Kamu İşletmeciliği ekolü bunun somut örneğidir. Hizmet anlayışında yeni bir paradigma olan bu ekolde bürokratik hizmet yerine piyasa odaklı hizmet, kamu harcamalarının azaltılması, devletin küçültülmesi, sübvansiyonların(destek primleri) azaltılarak minimize edilmesi vs. anlayışlar mevcuttur.
Ekonomik modelin değişikliği kendini politik zeminde de göstermiş ve bugün siyasal rejim ve secim sistemi krizi olarak yansıma bulmuştur. Son derece esnek bir yapıyı içinde barındıran Post-Fordizm merkeziyetçi-bürokratik-hiyerarşik bir siyasal üst-yapıyla kriz yaşamaktadır. Temsili Demokrasinin Krizi denen şey özü itibarıyla budur. Bu krizin yaşandığına dair Türkiye’den bir örnek verebiliriz. Yeni Demokrasi paketini incelediğimizde seçim sistemi ve siyasal partiler sistemini reforme edecek yenilikler görebiliriz. Küreselleşme süreci temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye doğru yol alırken Türkiye’nin de bundan bağımsız hareket edemeyeceği ortada. Türkiye’de ki katılımcı demokrasinin niteliği tabii ki tartışma konusudur.