Menu
ÖZGÜRLEŞME VE ÖZDEŞLEŞME ARASINDA ÖZNENİN DİRENİŞİ - SONCU YAKLAŞIMLARIN ELEŞTİRİSEN KATKI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ÖZGÜRLEŞME VE ÖZDEŞLEŞME ARASINDA ÖZNENİN DİRENİŞİ - SONCU YAKLAŞIMLARIN ELEŞTİRİSEN KATKI

ÖZGÜRLEŞME VE ÖZDEŞLEŞME ARASINDA ÖZNENİN DİRENİŞİ - SONCU YAKLAŞIMLARIN ELEŞTİRİSEN KATKI

Günümüzün soncu söylemleri yaşam tarzı, bilim, siyaset, sanat ve üretim biçiminde keskin bir kırılmayı veya dönüşümü ifade ettiği ölçüde postmodern mitoloji adını verebileceğimiz yeni bir mitoloji oluşturur. Postmodern mitolojiler iki tavır üzerine temellenir; birincisi, modernliğe dar bir perspektiften tepkisel bakış, ikincisi ise modernliği ilkeler üzerinden değil de görünümler üzerinden katı (değişmez) bir biçimde algılama. Örneğin, Sanayi Devrimi ile başlayan kitlesel üretim ve katı iş disiplini yerini 1970’lerden itibaren farklılıklara hitap eden esnek üretime ve taşeronluk sistemine bıraktığında bu değişimin iki boyutunun olduğu görülür. Artık, mal üretiminde fabrikaları sürekli büyümeye zorlayan entegre üretimciliğin sonu gelmiştir. Yine işletmelerin emeğinden ve beyin gücünden yararlandığı her bireyi istihdam etme geleneğinin sona erdiğini görürüz. Bu ve benzeri dönüşümleri kapitalist ötesi toplum (Drucker) olarak adlandırmak acelecilik olduğu gibi, kitlesel üretimden ve tektipli tüketimden esnek üretim ve bireysel tercihlerin belirleyici olduğu bir tüketim anlayışına doğru dönüşü de postmodern olarak adlandırmak da aceleciliktir.

Modernlik projesinin siyasal amacı “sosyo-kültürel bütünlüğün kurulması” (Lyotard, 1990: 87) olduğu gibi, ekonomik amacı da ortak tercihleri olan bir tüketici kitlesi yaratmaktır. Bu modern ekonomik amacın temelinde araçsal aklın yön verdiği verimli ve kârlı bir işletmecilik anlayışı bulunmaktadır. Girişimciler kârlılığı bir asır önce ürünlerini geniş kitlelere arz ederek sağlamaktaydılar, bugün ise girişimcilerin üretim ve pazarlama bilgisini farklılıklara hitap ederek kitlesel pazar içine katamadıkları veya tektiplileştiremedikleri tüketicilere de ürün sunabilecek düzeyde geliştirdikleri görülmektedir. Hem geniş kitlelere hitap eden ürünler hem de farklılıklara hitap eden ürünler araçsal aklın ürünleridir. Bu anlamda Weber’in modernliğin temel ilkesi olarak gördüğü rasyonelleşme etkinliğini devam ettirmektedir. Ritzer (1998)’in McDonaldslaşma adını verdiği ekonomik rasyonelleşmenin “verimlilik”, “hesaplanabilirlik”, “öngörülebilirlik” ve “denetim” gibi dört boyutu bulunmaktadır. Rasyonel üretimin sürekli gelişiminin bir sonucu olan McDonaldslaşma, “görünüşteki müşteri egemenliğini konformist bir uysallığa dönüştürür” (Özyurt, 2005: 91). “İnsanlar etnik bir fast-food zincirinde otantik olarak farklı yemekler bulma baskısı altındadır. Her tür müşterinin ağız tadına uygun olması için yemekler akılcılaştırılmış ve kalitesinden taviz verilmiştir. Paradoksal olarak McDonald’s fast-food restoranları çok daha fazla insanın etnik yemekler yemesine fırsat sağlamış olmasına karşın, müşterilerin yedikleri yemekler ayırt edici özelliklerinden çoğunu yitirmiştir” (Ritzer, 1998: 200). Görüldüğü gibi, farklılıkları dikkate alan her türlü açılım, farklılıkların yeniden üretimini içerir. Otantiklik arayışı, bir şekilde kitleselleşmiş, rasyonelleşmiş modern değerler üzerinden kendini sunabildiği ölçüde kendine varlık alanı bulmaktadır.

Bu açıdan, postmodernliği yeni bir zihniyet veya toplum biçimi olarak algılamak yerine, “modernliğin radikal biçimde peşinden koşulan özlemlerinin bizi getirdiği çıkmaz sokaklardan bir geri çekiliş” (Bauman, 1998: 108) olarak veya uygulamalarda ortaya çıkan sorunlar üzerine düşünerek yeniden harekete geçmeyi mümkün kılacak bir düşünme molası olarak algılamak daha yerinde olacaktır. U. Beck, S. Lash ve A. Giddens Leflexive Modernization (1994) adlı ortak eserlerinde, modernliğin kendi ortaya çıkardığı sorunları görebilme ve bu sorunlara çözümler sunabilme özelliğine sahip olduğundan hareketle, XX. yüzyılın ikinci yarısında modernliğe yöneltilmiş köklü eleştirilerin modernliğin sonunu getirmek yerine onu daha da ileri taşıyacağını savunmuşlardır. Bu sosyologlar “modernliğin düşünümselliği” kavramı ile modernliğin kendini aşma ve yenileme öz-gücüne sahip olmasını ifade etmektedir.

Yukarıdaki örnekten hareketle -Drucker’ın kapitalizmin sonu veya kapitalist ötesi toplum adlandırması gibi- soncu anlayışların birtakım değişimlerden hareketle sosyal, siyasal veya ekonomik yapıda köklü değişiklikler olduğu yönündeki iddiaların büyük bir kısmının gerçeği yansıtmadığını söyleyebiliriz. Örgütlü modernliğin sonu, ulus-devletin sonu, tarihin sonu, ideolojilerin sonu ve toplumsallığın sonu gibi ifadeler şüphesiz dikkatlerimizi önemli değişimlere çekmek açısından etkileyicidir. Ancak bugün, tüm keskin pozitivist inanca karşın, modernliğin geleneğin sonunu, dinlerin sonunu, hatta mitolojinin sonunu getirmediğini gözlemliyoruz. Modernlik geleneksel toplumlara ait yapısal unsurları yok etmemiş, onları dönüştürerek yeni biçimler vermiştir.

Bu çerçevede modern toplumlara ait birey, devlet, egemenlik, bilim gibi yapısal unsurların bir değişime uğraması şaşırtıcı olmamalıdır. Otoriter ve totaliter devlet biçimlerini ve ötekine varolma hakkı tanımayan ideolojileri modernliğin ölçütü olarak algılarsak bunların zayıfladığı süreçte “tarihin sonu”nun (Fukuyama, 1994) geldiğini söyleyebiliriz. Fakat bu söylemimizi on yıl sonra sürdürmekte zorluk çekebiliriz. Hiçbir toplum bilimci veya felsefecisi XXI. yüzyılın ilk on yılının XX. yüzyılın son on yılından daha özgürlükçü olduğunu veya bireysel özgürlüklerin devlet gücü karşısında daha genişlediğini söyleyemez. 10-15 yıl gibi yakın bir geçmişte bir özgürleşme aracı olarak çokkültürlü toplum’dan coşku ile söz edildiğini biliyoruz. Bugün ABD’nin ve Avrupa Birliği ülkelerinin liberalizmin şampiyonluğuna talip olmaktan vazgeçerek yeni asimilasyon politikaları arayışına yöneldiği bilinmekte. Dünyada zenginler ile yoksullar arasındaki gelir dağılımı uçurumunun genişlediği bir süreçte kapitalizmin sonunun geldiğinden söz etmek bir yanılsama olabileceği gibi; kültürel, dinsel ve etnik farklılıkların toplumlar ve topluluklar arasında kalın duvarlara dönüşmesini görmeyerek Berlin Duvarı’nın yıkılışını tarihin sonu olarak değerlendirmek de bir yanılsamadır. Toplumsal gerçeklik çok boyutludur. İnsanları bir araya getiren ve birbirinden ayıran birçok neden vardır. Bu nedenlerden bazen biri, bazen de diğeri önplana çıkabilir. Bu durumu diğer nedenlerin etkisiz kaldığı veya yok olduğu biçiminde yorumlamak ve buradan yaldızlı ifadelerle toplumsal bir kuram inşa etmek, toplumsal gerçekliği tek boyutlu olarak algılamaktan ve tarihi doğrusal olarak okumaktan kaynaklanan bir yanılsamadır. Ne totalitarizmin ne de özgürlükler yönündeki açılımların sonu gelmiş değildir. Toplumların tarihi güvenlik ve özgürlük arasında denge arayışının tarihidir. Bu dengenin güvenlik lehine bozulması özgürlüğün sonunu getirmez. Yine bu dengenin özgürlük lehine bozulması ise toplumsallığın veya siyasallığın sonunu getirmez. Denge durumunun bozulması yerleşik özgürlük ve güvenlik arayışının işlevsizleştiği anlamına gelebilir. Bu durumda her ikisi için de yeni formlar bulmak gerekir. Yeni denge artık yeni formlar üzerinden kurulacaktır.

Bu çalışmada soncu yaklaşımlardan “öznenin sonu” üzerinde duracağız. A. Touraine’in yirminci yüzyılın sonlarında (1997) kaleme aldığı Birlikte Yaşayabilecek Miyiz? adlı kitabında “öznenin sonu”nu şöyle ilan etmekte: “Erktekelci ve yetkeci yönetimlerin egemen olduğu bir yüzyılın ardından toplumsal dinlere ve siyasal seferberliklere öylesine kuşkulu bakıyoruz ki, birbirinden giderek uzaklaşan anakaralar arasında bir köprü kurmak için tanrı’nın us’un ya da tarihin kulu olarak tanımlanan özne kavramına başvuramayız artık” (Touraine, 2000: 77). İnsanlığın XX. yüzyılda yaşadığı totaliter ve otoriter siyasal deneyimlerin toplum ve siyaset mühendisliğine duyulan aşırı güveni sarstığı ve bu güven sarsılmasının da ideolojik arayışları zayıflattığı doğrudur. Touraine, bu durumu, toplumsal yaşamın, aile yaşamının ve meslek yaşamının sonu olarak adlandırmaktadır. Ona göre, şimdi bireylerin aile, meslek ve toplum normlarını içselleştirerek kendi bilincine ulaşabileceği anlayışı zayıflamakta. İnsanlık bir çeşit toplumsallaşma bunalımı ile karşı karşıyadır. “Bugün öznenin karşı karşıya olduğu en büyük tehdit, bireyin kendisine yönelik her şeyden kaçtığı, bütün gerçeklik ilkelerinden kopuk biçimde itkisel, bir başka deyişle kişisiz bir özgürlük arayışına düşen bir arzu varlığına dönüştüğü şu kitle toplumudur” (Touraine, 2000: 79).

Özne karşısında büyük bir tehdide dönüşen kitle toplumunda birey, sosyal bir ilgisizliğe veya sorumsuzluğa sürüklenebileceği gibi E. Fromm’un Özgürlükten Kaçış (1982) kitabında analiz ettiği gibi topluma ve güce tapınmaya da sürüklenebilir. Fakat günümüzde özneleşmenin daha sağlıklı yönlerinin olduğunu da hatırlatmak gerekir. Sivil toplum kuruluşları ve sosyal hareketler, sosyal sorumlulukları yerine getirmenin, yüz yüze ilişkiler kurmanın, farklılıklarla karşılaşmanın ve ötekini kabul etmenin, bireylerin insancıl duyarlılıklar geliştirmesinin yeni ortamları haline geldiği gözlemlenmektedir. Ayrıca, katılımcı demokrasi çerçevesinde örgütlenmiş siyasal partilerin -ideolojileri ne olursa olsun- bireylere özneleşme imkânı verdikleri gözlemlenmektedir. Geleneksel toplumsallık formu olan yerel ve dinsel toplulukların da dönüşerek, esnek bir şekilde yapılanarak farklılıklara daha geniş yer vermeye başladıkları gözlemlenmektedir. Örneğin dinsel toplulukların bir kısmı, özel hayat ve iş hayatı üzerindeki düzenleyici taleplerinden vazgeçerek, dinsel yaşamı bir çeşit hafta sonu etkinliği veya boş zaman etkinliğine dönüştürmektedirler. Küresel toplumda yerel topluluklar bir çeşit sosyal sermaye işlevi görmektedirler (Özyurt, 2004). Funk (2007: 13)’un ifadesi ile topluluklarla esnek ilişki kurmak, yani “bağıntıda olmak özgürleştiricidir”. Buradan hareketle, modern toplumlarda yer alan toplulukların tamamının katılımcılığa ve üyelerinin öznelliğine değer verdiği düşünülmemeli. Hâlâ topluluklarının çok önemli bir kısmının farklılıklara ve katılımcılığa kapalı, öznelliği yok edecek biçimde örgütlendikleri ve kabile kapanmışlığını yeniden ürettikleri ve bu haliyle açık toplum için birer tehdit olmaya devam ettiği bilinmektedir. Fakat bu gerçeklik bizi topluluk karşıtlığına götürmemelidir. Böyle olursa, kitle toplumu içinde yalnızlaşma ve atomlaşma bireylerin kaderi haline gelebilir. Toplum, topluluksal kapanma karşısındaki duyarlılığımızı, bireysel kapanma karşısında da sürdürebildiğimiz oranda mümkündür.
Özneleşme bireyin kendini kendi için gerçekleştirmesi olarak algılanırsa, toplumun sonu gelmiş demektir. Kendini gerçekleştirmenin bireyci yorumu, ahlâkı ortadan kaldırarak, her şeyi mubah hale getirebilir. Tarihin sonu adlandırmasıyla liberalizmin zaferinin ilan edildiği 1990’lardan itibaren etik ve estetik karşıtı bir bireyciliğin hızla geliştiği görülmektedir (Beck, 1999: 108-9). Bireylerin tektiplileştirmeye karşı gösterdiği tepki, onları hızla görecelilik deneyimine sürüklemiştir. Topluma rağmen, bireysel zevk ve sapkınlıkları kendini gerçekleştirmenin yolu olarak algılamak, bireyleri kendi adacıklarında yalnızlığa mahkûm etmek demektir. Aşırı liberalleşmiş bir toplumda çıplak olarak metroya binen insanı başkalarının rahatsız etmemesi hoşgörü mü yoksa muhatap almama mıdır bir kez daha düşünmeliyiz. Eğer ikincisi ise bu bireyin kendine kapanmasının veya kendinden bir tanrı yaratmasının göstergesi olarak algılanabilir. Bireyin yalnızlaşması ve kendine kapanmasının özgürce alınmış bir karar olup olmadığı sorgulanmalıdır. J. P. Sartre’a göre, bireyselleşme insanın kendi seçimi değildir: “İnsanlık bireyselleşmeye lanetlenmiştir” (Aktaran, Beck, 1999: 150). Postmodern toplumda mahremiyetin yerini bir çeşit teşhirciliğin aldığı, bireyciliğin özelleşmiş olduğu gözlemlenmektedir. Ne var ki, Bauman (2000: 73)’ın da ifade ettiği, “özelleşmiş bireycilik, özünde özgürlüksüzlük anlamına gelir”.

Bireyin özgürleşme yoluyla özneleşeceği vaadi bireyin kitle toplumu içinde kaybolması ile sonuçlanmış görünmektedir. Bireyin toplum içinde ve toplum için nefes alıp verdiğini düşünen Durkheim’ın özdeşleşmeci özne anlayışı da kaybolmuş görünmekte. Bugün hem özgürleşmeci (liberal) özne anlayışının hem de özdeşleşmeci (korporatif) özne anlayışının yok oluşundan söz etmemizin, anakronik bir bakıştan kaynaklandığını söyleyebilirim. Günümüzün “ağ toplumları”nda özneleri, köyün ortak sorunlarını tartışmak veya uzun kış gecelerinin can sıkıntısını gidermek için köy odasında toplanmış halde bulamayacağımız gibi, gazetelerin son nüshalarını almak için matbaa kapılarında beklerken de bulamayız. Yakın ilişkiler içinde yüz yüze ortak sorunları konuşmak ve çatışmaları uzlaşmaya bağlamak öznelleşmenin tek ve mutlak formu değil, öznelleşmenin çeşitli formlarından sadece biridir.

Özneleşmeyi salt bireye öncelik vererek özgürleşme aracılığı ile ya da salt topluma öncelik vererek özdeşleşme aracılığı ile kurmak mümkün değildir. Özgürleşme, toplumsal hiyerarşilerin eşitlik yönünde sonlanmasına, yani “herhangi bir konuşan varlığın herhangi bir başkasıyla eşitliğinin doğrulanması”na işaret eder. Eşitlik, evrensel bir ilkedir. Evrenselliğe eşitlik uygulamaya konulduğu ölçüde ulaşılabilir (Ranciere, 2007: 73).

Özneleşme farklılıklarla bir arada yaşamanın kaçınılmaz sonucudur. Nerede bir toplumsallığa yönelik bir tehdit varsa bu tehdidin aynı zamanda özneleşmeye yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Ve yine nerede farklılıklara yönelik bir tehdit varsa bu tehdit özneleşmeye yöneliktir. Özneler kalabalık toplumlarda varlıklarını ortak temsiler, özdeşleşimler ve kimlikler üzerinden sürdürebilir. Kimlik topluma ve ötekine karşı ahlâkî bir sorumluluğun ifadesidir. “Ahlâk bir toplumsal kimliği gerektirir”. Ahlâkî özne ancak kimlik sahibi olduğu zaman kendini bir yükümlülük altında hissedecektir. Bir topluluk içindeki yerimizden, kimliğimizden dolayı yapmakta olduğumuz şeyler anlam kazanır. Bireylerin kendi varoluşlarını bizzat kendilerine referansla kurabileceği ve araçsal aklın da bu süreçte bireylere yardımcı olabileceği yönündeki modern anlayış, “yıldırıcı” ve “imkânsız bir görevdir”. Özneleri daha aktif biçimde toplumsal hayata katabilmek, araçsal aklın hegemonyasından kurtularak bireylerin, grupların ve toplulukların tarihsel birikimlerine duyarlı hale gelmekle mümkündür (Poole, 1993: 214). Böyle bir eğilim XIX. yüzyılda doğrudan evrensellik karşıtı olarak adlandırılabilirdi. Bugün ise evrensellik-tikellik, bireysellik-toplumsallık, topluluk-toplum akılsallık-duygusallık ikilemini uzlaşması mümkün olmayan kutuplar olarak algılamaktan biraz daha uzağız. Şimdi modern toplumsal düşüncenin ve modern sosyal bilimlerinin en büyük eksikliğinin, doğa bilimlerinin başarısının büyüsüne kapılarak, toplumsal gerçekliği basitleştirmekten kaynaklandığını görebiliyoruz. Akıl ve duygu bireysel farklılıkların ve toplulukların bulunduğu toplumlarda uzlaşmanın iki aracıdır. Toplumsal uzlaşma akıl ve saygı yoluyla sağlanır. Aydınlanma düşünürlerine göre, akıl aracılığı ile toplumsal yaşamın evrensel kurallarını bulmak ve tüm bireyleri eşit kılmak mümkündür. Aydınlanma düşüncesinin yaşayan önemli temsilcilerinden Habermas da “iletişimsel eylem” aracılığı ile bireyler ve topluluklar arasındaki farklılıklara son verilebileceğini iddia etmektedir. Bu iddia ancak, düşüncenin sosyo-kültürel unsurlardan bağımsız olacağı varsayımı üzerine temellendirilebilir ve bu yönü ile de kültür karşıtıdır. Bu yaklaşım, iki yönden eleştirilebilir. Birincisi, kültürel farklılıkları önemseyen birey ve topluluk türünden öznelerle akıl aracılığı ile uzlaşma her zaman sonuç vermeyebilir. İkincisi, kültür kimlik oluşturarak ve ahlâkî değer aktararak, insan yaşamına anlam kazandırır. Kimlik ve ahlâkî değerlerden yoksun kalan bireyler, yaşamak için bencil çıkarlarından başka motivasyon unsuru bulamazlar. Aklın uzlaştırıcı gücüne yapılan aşırı vurgu geçmişte “farklılıkları görmezlikten gelerek, totaliter bir evrensellik söyleminin oluşmasına neden olmuştur” (Özyurt, 2004).
Farklılıklar arasında toplumsal uzlaşma akla ihtiyaç duyduğu oranda duyguya da ihtiyaç duyar. Kendi hayatında duygusal ve kültürel olgularla karşılaşan birey, başkalarının yaşamında da benzer olguların yer almasının doğal olduğunu düşünecektir. Modern aklın bütünleşmiş toplumlar yaratmak adına kültürel farklılıkları yok edici toplum projesi, soyutlaşmış, asimile olmuş, toplumsal sorumluluktan uzak bireyler meydana getirmiştir. Bugün bu bireylerden öznellik deneyimleri beklemenin yanlış olduğunu daha iyi kavramaktayız.

Bireyin özne olabilmesi, yani kendine bir özkimlik inşa edebilmesi, özdeşlik kurabileceği tutarlı bütünlüklerin varlığına bağlıdır. R. Poole bize bu tutarlı bütünlüklere felsefi bilgelikle, düşünme ve sorgulama ile varmanın mümkün olmadığını hatırlatıyor. “Eğer kimliğimize yönelik tehdit belli bir toplumsal varoluş biçiminden kaynaklanıyorsa, o vakit kimlik toplumsal değişmeyi gerektirir; eğer bu tehdit karşılıklı tanınma eksikliğinden ileri geliyorsa, o vakit kimlik bu tanınmayı sağlayan cemaatlerin oluşumunu gerektirir” (Poole, 1993: 214). Geniş toplumlarda hiç kimse aynı toplumda yaşayan diğer insanlara karşı duygularını ve eleştirilerini doğrudan iletme şansına sahip değildir. Adına ister grup diyelim ister topluluk diyelim, ancak duygusal nitelikli birincil ilişkilerin yaşandığı ortamlar kişilik ve kimlik oluşumuna imkân sağlar. İnsan varlıkların kişi, birey durumuna gelmesi “verili soyutlamalardan, yani onu tektipleştiren, böylelikle de onları anlamamızı sınırlayan tanımlamalar, tipleştirmeler, ulamlar ve etiketlerden kurtulmayı gerektirir”. Özne, ilişkiler içinde somutlaşmış insandır. Özne belli bir etiketin üzerine yapıştırılacağı pürüzsüz bir zemin değil, “onun bakış açısından dünyanın görülmeye çalışıldığı biri olarak değerlendirilmelidir”. Özne toplumsal bir ürün olduğu kadar, bireysel farklılığını da kişilik temsiline yansıtabilmiş insandır. Özneye “saygı göstermek, soyut birey görüşünün engellediği hem toplumsal hem de bireysel yönlerinin anlaşılmasını içerir” (Lukes, 2006: 163-5). Özne, “ben” ve “biz” arasında her ikisini de dikkate alarak, fakat her ikisine de bağımlı olmadan, eylemde bulunma yeteneğidir. Bu eyleme akıl ve duygu birlikte rehberlik eder.

Evrenselcilik ile tikelcilik arasında ikilem özgürleşme ve özdeşleşme süreçlerini bir arada yaşayan özne aracılığı ile aşılabilir. Özne, insanı kendisi olmaktan alıkoyan güçlerden ve kurallardan kaçma istenci ve “sıradan yaşamın akıntısı karşısında bir kendine dönüş istemi” üzerinde oluşur. Fakat özne ile ben arasında farklılık vardır. Özne, kendi kendisi ile bütünüyle özdeşleşmediği gibi, kolektif bir kimlikle de özdeşleşmez (Touraine, 2007: 145-7). Her ikisi ile ilişkili fakat hiçbiri ile özdeş olmayan özne, kendisini ve çevresini dönüştürebilme potansiyeline sahiptir. Öznenin gelişim süreci, demokrasi kültürünün gelişimi ile eşzamanlı olur. Özne erdemliliği çift boyutlu bir saygıyı gerekli kılar: Kendine saygı ve ötekine saygı. Özne birey, çevresi ile dinamik bir ilişki kurar. Birey ve onu kuşatan çevresi karşılıklı etkileşim içindedir. Birey çevre etkileşiminin dinamik olması öznenin sürekli bir biçimde yerinden edilmesi ve yeniden yerleşmesi ile mümkündür (Beck, 1999: 148). Modern toplumlarda yerinden edilmenin ve yeniden yerleşmenin sürekliliği, toplumsal yapıdaki hızlı değişmelerin varlığı ve ilişki kurduğumuz alanların genişlemesi (küreselleşmesi) ile açıklanabilir. Sonuçları ise topluluk ilişkilerinde gözlemlenen esnekliktir. Modern insan geleneksel toplumlarda yaşayan insana göre daha fazla toplulukla ilişki içindedir. Arttık bu topluluklardan hiçbiri bireye yaşamın tüm hedeflerini ve erdemlerini gösterebilecek bütünlüğe sahip değildir. Birey ilişkili olduğu toplulukların sunmuş olduğu değerler ve erdemler yığınından kendine özgü bir liste oluşturarak özneleşir.

Yeni Özne İmkânı olarak “Alt-siyaset”

Öznenin en belirgin özelliği sosyal ve siyasal sorunlara karşısında duyarlılıktır. Modern demokrasilerin gelişim sürecinde insan vatandaş statüsünü kazanarak siyasetin öznesi durumuna gelmiştir. Bu özne bireylerin siyasal sorunların tartışılmasına, siyasal kararların alınmasına ve yasaların yapılmasına katılmaları anlamına gelmektedir. Fakat modern devletlerin coğrafi ve nüfus yönünden niceliği çoğu zaman doğrudan katılımı imkânsız hale getirir. Bu nedenle siyasal alanda öznenin önündeki en büyük engelin temsili demokrasi olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca toplumsal yapının karmaşıklaşması, rasyonelleşmesi ve bürokratikleşmesi de vatandaşların politika yapma yeterliliklerini sınırlandıran etkiler yapmaktadır. Siyasette öznenin rolünü etkin hale getirmenin yollarından biri, yerel demokrasilerin güçlendirilmesi ve siyasal partilerin örgütlenme yapılarının demokratikleştirilmesidir. Bir başka yol ise siyaseti ulusal çerçevenin altına ve üstüne çıkarmaktır. Bugün insanlığın karşı karşıya kaldığı sorunların önemli bir kısmı, ulus devletlerin ayrı ayrı çabalarıyla veya ortak çabalarıyla çözülebilecek nitelikte değildir. Örneğin ekolojik sorunlar yeni bir yaşam etiğini zorunlu hale getirerek klasik siyasetin sınırlarını zorlamaktadır. Dünyanın ekolojik olarak kurtarılması veya yenilenmesi “muhazakarlar ile sosyalistleri, kimya sanayii ile onun azılı düşmanı olan yeşilleri birleştirmektedir” (Beck, 199: 155).

Bugün alt-siyaset siyasal alanda öznelere daha geniş bir etkinlik alanı sunmaktadır. Toplumu öznelerden bağımsız düşünen sistem yaklaşımı, yerini “toplumun aşağıdan biçimlendirilmesi” demek olan alt-siyasete bırakmaktadır. Alt-siyasetin gelişmesi “merkezi kumanda siyasetinin kısıtlanması” ile eşzamanlı gelişir. “Alt siyasallaşmış toplum, bütün alanlar ve eylemsellik düzeylerinde kendi davalarını kendi takip eden sivil toplumdur”. Siyasal partiler bürokrasisinden ve siyasal oligarşiden alt-siyaset yolu ile kurtulma imkânı doğmaktadır (Beck, 199: 156). Çevre sorunları konusunda olduğu kadar, göçmen sorunu, insan hakları sorunu ve bilimsel/teknolojik ilerlemeler insanları daha duyarlı ve sorumluluk sahibi hale getirmiştir. Siyaset artık sadece kamusal alanla sınırlı kalmamakta, tüketim aracılığı ile özel alana uzanmaktadır.

Beck yeniden özneleşme imkânı sağlayan “alt-siyaset”i “siyaset”ten ayıran noktaları söyle belirler: “a) Siyasal ya da korporatist sistemin dışında kalan aktörlerin de toplumu biçimlendirme sahnesine çıkmaları, b) Yalnızca toplumsal ve kolektif aktörlerin değil, bireylerin de onlarla ve kendi alanlarında siyasal olanın oluşumunda güç sahibi olmaları için rekabet etmeleri” (Beck, 199: 159-165).

Beck’in alt-siyaset kavramı modern insanın soyutlanmışlıktan ve yabancılaşmışlıktan kurtularak yeniden özne haline gelme yollarından birini gösterir. Sivil toplum kuruluşları ve sosyal hareketlerin kazanımlarından hareketle yeni özneleşme biçimlerinin varlığına her gün daha fazla tanık olmaktayız. M. Hardt ve A. Negri’nin “Çokluk” adlı kitabı da siyaset dışı kalmış geniş insan kitlelerinin yeniden özneler haline gelmelerine tanıklık yapan farklı bir çalışmadır. Ne var ki bu umut verici gelişmeler soyutlaştırma ve iktidarsızlaşma biçimlerinin varlığını ortadan kaldıracak bir gelişme düzeyine ulaşmamıştır. Sadece, post-modern bir döneme geçişle birlikte, öznenin sonunun geldiği yönündeki söylemin hatalı olduğunu ortaya koyar. İnsan varlıklar büyük anlatıların her alanı bastırdığı modern dönemde, alt-anlatılara geçişin yaşandığı postmodern dönemden daha bir özne konumunda olduğunu söylemek de modernliğin tektipleştirici totaliter niteliğinin kitleselleştirici etkilerini kavramamaktan kaynaklanmaktadır. Modern ve postmodern dönemin öznellik biçimlerinin birbirinden farklı olması oldukça doğaldır.

KAYNAKÇA
Bauman, Zymunt (1998) Postmodern Etik, Çev. Alev Türker, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
Bauman, Zymunt (2000) Siyaset Arayışı, Çev. Tuncay Birkan, İstanbul, Metis Yayınları.
Beck, Ulrich (1999) Siyasallığın İcadı, Çev. Nihat Üner, İstanbul, İletişim Yayınları.
Beck, Ulrich; Giddens, Anthony; Lash, Scott (1994) Reflexive Modernization, Cambridge, Polity Pres.
Fromm, Erich (1982) Hürriyetten Kaçış, Çev. Ayda Yörükan, 3. bs., İstanbul: Tur Yayınları
Fukuyama, Francis (1994) Tarihin Sonu ve Son İnsan, Çev. Zülfü Dicleli, İstanbul, Simavi Vakfı Yayınları.
Funk, Rainer (2007) Ben ve Biz: Postmodern İnsanın Psikanalizi, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
Hardt, Michael; Negri, Antonio (2004) Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, Çev. Barış Yıldırım, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
Lukes, Steven (2006) Bireycilik, Çev. İsmail Serin, Ankara, Bilim Sanat Yayınları.
Özyurt, Cevat (2004), “Modernleşme ve Küreselleşme Bağlamında Varoluşun Topluluksal Dinamikleri”, Muhafazakar Düşünce Dergisi, Sayı, ss. 11-32.
Özyurt, Cevat (2005) Küreselleşme Sürecinde Kimlik ve Farklılaşma, İstanbul, Açılım Yayınları.
Poole, Rose (1993) Ahlâk ve Modernlik, Çev.Mehmet Küçük, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
Ranciere, Jacques (2007) Siyasalın Kıyısında, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul, Metis Yayınları.
Ritzer, George, (1998) Toplumun McDonaldlaştırılması, Çev. Şen. Süer. Kaya, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
Touraine, Alain (1994) Modernliğin Eleştirisi, Çev. Hülya Tufan, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
Touraine, Alain (2000) Birlikte Yaşayabilecek Miyiz?, Çev. Olcay Kunal, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
Touraine, Alain (2007) Yeni Bir Paradigma, Çev. Olcay Kunal, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.

(HECE EDEBİYAT DERGİSİNİN 138., 139., 140., HAZİRAN, TEMMUZ AĞUSTOS 2008, DÜŞÜNCEDE, EDEBİYATTA, SANATTA MODERNİZM VE POSTMODERNİZM ÖZEL SAYISI'NDA YER ALAN BU YAZI, SİTEMİZDE EŞZAMANLI OLARAK GÜNCELLENMİŞTİR)