Hikâye aile ile başlar. Glass, Jerome
David Salinger’in yarattığı, 9 tuhaf üyeden oluşan ailenin adıdır ve Seymour
Glass, Glass ailenin en büyük çocuğu. 1917’de doğan Saymour, 1948’de ölür.
Domuza dönüşerek… Salinger onun öyküsünü “Franny”, “Zooey”, “Yükseltin Tavan
Kirişini Ustalar” ve “Seymour: Bir Giriş”te de anlatır. Fakat şimdi başka bir hikâyedeyiz:
Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün.
Domuza dönüşen muz balıklarının hikâyesini anlatır Salinger. Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün’de, sessiz bir cinnetin izlerini sürer kelime aralarında. Eylem, hiçbir zaman tek başına ana ait olmamıştır. Bunu yüksek olmayan bir sesle söyler yazar. İnsan denen meçhul, onu var eden bütün kişisel tarihin sonucundan ibarettir. Sonda söyleyeceğim şeyi en başında söylüyorum: Her insan bir muz balığıdır. Salinger’dan önce, çok kere duymuşuzdur bunu. Başka başka dillerde, başka başka kelimelerle dile getirilmiştir. Nerden mi çıktı muz balıkları? Bu tamamen Seymour’un düş gücü. Salinger’ı bile aşan bir şey…
Seymour anlatıyor:
“Muz dolu bir delikten içeri girerler. Deliğe dalmadan önce basbayağı bir balıktırlar. Ama delikten içeri bir girdiler mi, domuza dönerler. Neden mi? Öyle muz balıkları bilirim ki delikten içeri girdikten sonra yetmiş seksen muz yediler ondan. […] Tabii bu kadar muzla öyle şişko olurlar ki delikten çıkamazlar. Kapıdan geçemezler.”
Seymour 1917 yılında doğmuştur. Şimdi 1948 yılıdır. O, İkinci Dünya Savaşı’nda görev almış bir askerdir. Evlidir. Öykünün başında karısı Muriel ve onun annesi arasında geçen konuşma, Seymour’un psişik hali hakkında bilgi verir. Seymour’a ne olmuştur?
Seymour bir kahramandır. Her insan gibi, kendi yaşamının kahramanıdır. Bireysel yolculuğuna çıkmıştır, o yaşama adımı attığı gün. Ancak herkesin kendi hikâyesine hâkim olamadığı bir dünyada, savaşın ortasında bulur kendini. Savaş bir deliktir. İşte muz balığının makûs talihi burada başlar. Bilmemesi gerekenden fazlasını bilen, görmemesi gerekenden fazlasını gören herkes için benzeri bir son yazar Salinger. (Böyle birini çok önce tanımamış mıydık?)
Burada bazı kavramlara değineceğim: Şişme, unutma, fark etme. Balık deliğe girer. Yaradılışı gereği unutur. Lüzumundan fazla muz yer. Şişer, şişer… Artık bir domuzdur. Domuzlar balıklar gibi unutmazlar. Farkındadırlar. Delikten çıkamayacağını fark ederler ve ölürler. Farkındalık her şeydir. Her hikâye insanı bu yaradılışıyla yüzleştiği ana götürür. Ve fark etmek, bilmek, acıdır. (Oidipus da babasının katili, annesinin kocası olduğunu öğrendiğinde gözlerini oyar. Bilmenin ağır yükünü kaldıramaz.)
Normal olamayan bir aileye mensup Seymour. Bu aile ili ilgili detayları başlangıçta da bahsi geçen öykülerden topluyoruz. Anne, baba ve 7 kardeşten oluşan bu ailenin çocuklarının hepsi, normal olmayan zekâları ile biliniyor. Peki, normal nedir? “Normalden anlaşılması gereken, kendisine asgari yaşam gereksinimini sağlayan koşullar altında yaşayabilen insandır,” diyor Carl Gustav Jung. İlk olarak yaşayabilir normal olan insan. Ve bu yaşam ona sunulan şartlar dâhilinde devam edebilmelidir. Seymour normal değil. Bunu öykünün başında da sonunda da anlıyoruz. Bu anomalinin sebebi yalnızca savaş travması mı? Böyle olmadığını biliyoruz. Dediğim gibi Glass ailesi “tuhaf” kardeşler toplamı ve ortalama üzeri zekâları öykülere konu ediliyor.
Savaş topyekûn bir delilik halidir. Buradan arta kalan her ne varsa yıkılmış, parçalanmış ve kullanılmaz hale gelmiştir. Savaşın sonunda, onarılması gereken ülkeler ve insanlarla baş başa kalınmıştır. Avrupa’yı bir mezbahaya çeviren savaşın ortasında kendini bulan Seymour’un bir süre askeri bir merkezde tedavi gördüğünü, karısının konuşmalarından öğreniyoruz. (Ayrıca, Muriel ve annesinin diyaloğundan öğrendiğimize göre: Seymour araba sürerken ağaçlara bakamıyor, büyükannesine ölümüyle ilgili planlarını soruyor, plajda bornozunu çıkarmadan oturuyor ve döğmesi olmamasına rağmen, onu göstermek istemediğini söylüyor.) Travma sonrası stres bozukluğu olarak bilinen bir psikolojik rahatsızlığı olduğunu anlıyoruz. Vedat Şar’ın “Dış dünyadan kaynaklanan tehdit ile bu tehditle baş etme kapasitesi arasında çıkan yaşamsal bir dengesizlik ruhsal travmaya yol açar,” dediği ve çeşitli şiddet eylemleri, kayıplar ve özellikle savaşların neden olduğunu söylediği travma sonrası stres bozukluğu, uzun vadede bireyi bütün yaşamsal faaliyetlerinden geri bırakır. Depresyon stres bozukluğuna bağı gelişir, derinleşir ve nevroz bütünen bireyi ele geçirir. Artık Jung’un tarif ettiği normallikten çok uzaklaşılmıştır.
1948 yılıdır. Bir muz balığı olarak girdiği delikte domuza dönüşmüştür Seymour. Kendi fiziksel ve psikolojik eşiğinin üzerinde bir tanıklıkla ülkesine döner. Ama bu delikten çıkabildiği anlamına gelmez. Seymour hala o deliktedir. Duygularını kabul edilebilir bir çerçeve içinde dengede tutamaz. Anormal davranışları eşinin ve çevresindekilerin endişelenmesine sebep olur.
Şar, Travma sonrası stres bozukluğu yaşayan hastalarda kendini çaresiz bir kurban gibi görme ve makûs talihinden kurtulamayacak olma hissi ile dolduğundan bahseder. İnsanın makûs hikâyesinin sonu hep aynıdır: Ölüm.
Öyküye dönelim ve Seymour’un son saatlerinin izini sürelim şimdi.
Seymour tatilde Sybil adında minik bir kızla arkadaş olmuştur. Sybil, öykü günü yine onu bulur ve aralarında bir diyalog başlar. İlk olarak karısını sorar Seymour’a Sybil. Seymour “Her an her yerde olabilir. Saçını boyatıyordur. Odada fakir çocuklara bebek yapıyordur,” diye yanıtlar. Muriel hakkındaki bu sözleri Seymour’un karısının çarpık yaşamını gözler önüne serer. O söylemeden önce annesi ile yaptığı konuşmadan Muriel’in tam da böyle bir kadın olduğunu öğreniyoruz. (Normalin ne olduğunu bir kere daha sorgulatıyor bize Muriel ve annesinin diyaloğu.) Ardından küçük kıza “Ha, mayon çok güzel. Hayatta sevdiğim bir şey varsa o da mavi mayodur,” der Seymour. Ancak Sybil’in mayosu sarıdır. Mavi, Almanların İkinci Dünya Savaşı’nda kullandıkları üniformanın rengidir. Rahatsızlığının bir belirtisi olarak Seymour çevresinde olan bitenle travmasına neden olan olaylar arasında istemsiz bağlantılar kurar. Gerçeklikle arası an be an açılmaktadır. Psişik travmaya neden olan ve derinleşen kompleksi Jung, bir mıknatısa benzetir. Bulduğu her veriyi haznesine katan kompleks, gittikçe şişer ve bireyi ele geçirir. Bu haliyle kompleks, deliğinde her şeyden habersiz muz yiyen balığa benzetir bireyi. Artık algılanabilir evrenin bütünü tek bir ağızdan, aynı şeyi söyler hale gelmiştir. Tüm sebepler, bireyi aynı sona doğru sürükler.
Sybil ile aralarında, başka bir kız çocuğu ile ilgili geçen bir konuşmaya bir anda yabancılaşan Seymour, “Bu da nereden çıktı? Bellek ve istekler, hepsi bir arada,” der aniden. Sonra susar ve denize girip muz balıklarına bakmak istediğini söyler. Bir anda ağzından dökülen bu sözler, yine onun ruhsal dünyasına dair ipucu verir. Bellek ve istekler… Geçmişe dair anılarla dolu bir bellek ve bugünü yaşamak istemek… Belleği yaşamasına izin verecek midir? Nevroz dediğimiz şey, tam da burada başlamaz mı?
Çok değişik huyları olan, çok acıklı bir yaşamları olan muz balıklarının hikâyesi burada başlar. Küçük kız denizde bir muz balığı görmüştür. Hem de ağzında 6 tane muz vardır. Kısa süre sonra ayrılırlar. Bundan sonra Seymour asansörle odasına çıkacak, 7.65 kalibre, Ortgies marka otomatik tabancasını çıkaracak, şarjörü kontrol edip yeniden takacak, horozunu kaldıracak, boş olan yatağa oturup diğer yatakta uyuyan karısına bakacak, tabancayı sağ şakağına dayayıp ateşleyecektir. Ancak bundan hemen önce bir şey daha olur:
“Asansör harekete geçince genç adam kadına ‘Ayaklarıma bakıyorsunuz,’ dedi.
‘Afedersiniz, anlamadım,’ dedi kadın.
‘Ayaklarıma bakıyorsunuz dedim.’
‘Özür dilerim, ben yalnızca yere bakıyordum,’ dedi kadın ve yüzünü asansörün kapısına doğru çevirdi.
‘Ayaklarıma bakmak istiyorsanız söyleyin,’ dedi genç adam. ‘Ama böyle Allahın belası bir sinsilik etmeyin.’”
Seymour’un ani alınganlığı ve kadına çıkışması onun naif tavrına yakışmayan bir detay olarak görülmelidir. Ayağına bakıldığını düşünür ve bu durum onu gerer. “Yahu şu iki normal ayağa bakmak için en küçük bir lanet neden bulamıyorum,” der asansörden inerken.
İki normal ayak neyi temsil eder? Belki okuyucu zorlama bulacaktır yorumu; fakat hiç zorlanmadan Oidipus’a götürür öykünün bu kısmı bizi. Bundan önce de sıklıkla aynı tragedyayı hatırlatır detaylar. Oidipus “şiş ayak” anlamına gelir. Doğduktan sonra öz anne ve babası onun ayaklarını, bir dağa bağlamak üzere deldirmiştir. Sophokles’in bu tragedyası çoğunluğun malumudur. Freud’un bu tragedyadan hareketle söyledikleri de… Ayak tragedyada babayla, kökle ve özle ilişkilendirilebilir. Ayakları Oidipus’u gerçek hikâyesine götürür. “Bedenimiz ruhumuzun bir sembolüdür,” der Erich Fromm. Öyküdeki parçayı bu kapsamda değerlendiğimizde, Salinger’in bize Oidipus’u neden hatırlatmak istediğini sorabiliriz? Belki de istemedi. Ya biz neden hatırlamalıyız?
Oidipus miti, insanın makûs talihinin hikâyesidir. Muz balıklarının hikâyesidir. Yüksek bilinç düzeyi onu bütün varlıklardan öteye geçirmiş olsa da ölüm gerçeğini bilerek yaşamak gibi bir trajediye düşmüştür insan. İdrakin sınırıdır öleceğini bilmek. Kadere yenileceğini kavradığında, gerçekleri bildiğinde, gözlerini kör eder Oidipus. Seymour da kavramıştır. Savaş ona tüm çıplaklığı ile gösterir insana ait vahşeti, trajediyi… Bildiğiyle başa çıkamayan kahramanların sonu kör olmaktır. (Muz balıkları da kendi hikâyelerinin kahramanları değil miydi?) Ya da daha fazlasıdır: Yok olmaktır. Seymour, yok olmayı tercih eder. Zihnindeki tüm çatışmaların çözümü ancak ölüm ile mümkündür. İnsan psişesi sonsuz bir devinim içindedir çünkü. Arzuların şekillendirdiği acı dolu bir yer olan kendisinden kaçmak ister Seymour ve bunu intiharıyla yapar. “Bellek ve istekler, hepsi bir arada,” demiştir Seymour. Arzular ve bilinenler… İnsan bundan ibarettir.
Sonda söylemem gereken şey daha önce söylemiştim. Yüzyıllardır söylene gelen bir masalı tekrar eder Muz Balıkları İçin Mükemmel Bir Gün. Savaş yılarının onda açtığı yaraları ömrünün sonuna dek kapayamayan, “Ne kadar yaşarsanız yaşayın, yanmış etin genzinizde bıraktığı o tuhaf kokudan asla kurtulamıyorsunuz,” diyen Salinger, Seymour’u devrinin tüm gençleri adına yaratmıştır. Fakat biliyoruz ki büyük sanatçılar evrensel bir dilde konuşur. Yalnızca devrine ait olamayacak kadar çok şey söylemiştir Salinger. Kadim zamanlardan günümüze dek ulaşan metinleri de her çağa ait yapan o evrensel dil değil midir? Semboller bizi hep aynı hikâyeye götürür. Hep aynı soruları sordurur: O kahraman, yolculuğunu tamamlayabilecek midir? Okuduğumuz, Yunus’un balığın karnından asla kurtulamadığı bir hikâyedir.
KAYNAKLAR:
J. D. Salinger, Dokuz Öykü, YKY, 2019
André Bonnard, İnsan ve Tragedya, Çev. Yaşar Atan, Evrensel Basım Yayın, 2010
Eric Fromm, Rüyalar Masallar Mitler, Çev. Aydın Arıtan, Say Yayınları, 2015
Jung, Analitik Psikoloji, Çev. Ender Gürol, Payel Yayınları, 1997
Vedat Şar, “Savaş ve Terör Yaşantılarında Travma Sonrası Stres”, Okmeydanı Tıp Dergisi 33 (Ek sayı), 114-120, 2017
1992 yılında İstanbul’da doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okudu. Editörlük ve öğretmenlik yaptı. “Sevim Burak Öykülerinin Analitik Psikoloji Bağlamında Çözümlenmesi” adlı teziyle master eğitimini tamamladı. Şimdi yine öğrenci/ yine öğretmen.