‘Birkaç güzel tesbit, bir ölçek ironi, sahicilik, kıvrak bir dil, yetkin bir üslup, biraz da kurgu. Oh mis’ bu cümle bir değerlendirme yazısından değil Aykut Ertuğrul’un son öykü kitabı Mümkün Öykülerin En İyisi’nde (Dedalus kitap) yer alan Mahir Ressam ya da Babamı Nasıl Öldürdüm öyküsünden alınma. Borgesyen olduğu artık tescillenmiş bulunan Aykut Ertuğrul öykünün bilinen kalıplarını ilk kitabı Keyfekader Kahvesi ile zorlamıştı. Bu kitabı ile ortada kuralları hurdahaş ettiği yetmezmiş gibi kendi kurallarını koymuş. Metinlerarasılığın sınırlarında korkusuzca dolaşmaktan kaçınmayan Ertuğrul’u uçbeyliğinden ötürü kutlamalı mıyız?
Ağırlık merkezini kimi zaman ne anlattığına kimi zaman da nasıl anlattığına kaydıran kitap, buna uygun olarak iki bölümden müteşekkil. Bu bölünmüşlük kitabı iki farklı yazarın kaleminden çıkmış izlenimi verecek kadar farklı. İlk bölüm Güneş Yaralarımızı Yakıyor’da ucundan kıyısından ilişiverdiğimiz memleket ve dünya ahvaline dair öyküler var: acı, keder, pişmanlık sızan öyküler bunlar: Oğulun şehadetiyle hayatın bozulan ritmi, şehiriçi otobüsünde yerlerini altın günü kadınlarına kaptırdığında gerekli cevabı veremeyen ve bu cevabı yıllarca hayal etmek zorunda kalacak yetim, içki içmediği için ordudan ihraç edilen asker, mavi marmara... ilk kitabı Keyfekader Kahvesi kadar olmasa da burada anlatma eğilimi önplanda. Sorumluluk bilinciyle yazılmış intibaı uyandıran kimi öykülerde yazarın güncelin çağrısı gibi ölümcül bir günaha(!) mı bulaştığını merak ediyoruz. Ne demişti Borges Usta: ‘Dilediğince hayal etmek düş kurabilmek için güncel konulardan kaçınmak gerekir’. Bu minvalde Rasim Özdenören geçtiğimiz aylarda Mehmet Öztunç’la yaptığı söyleşide inancın edebiyata yansımasıyla ilgili ‘Bizim zihniyetimizdir edebiyata yansıyan. Sen müslümansan o zihniyet yansır, başka fikriyatın varsa yansıyan o olur.’ demişti. Öte yandan Ertuğrul ‘Yüreğimizde iz bırakan her hadisenin hikâyemizde de makes bulmasından doğalı yok.’ diyerek kendini savunsa da başka bir yerde, Müslüman bir yazar olarak konumunu belirlemeye çalışırken, söyledikleriyle yaptıklarının ya da tersinin, birbirini tutmayabileceğini belirtmişti. Bizi biz yapan biraz da yapıp ettiklerimiz üzerine kafa yormamız değil midir? Bu anlamda hem dünyayla, yaşadıklarıyla hem de kendinden önceki kitaplarla, kıssalarla hesaplaşmanın, arayışın öyküleri bunlar.
‘İntihaller İhtimaller ve Acayip Başka Şeyler’ adını taşıyan ikinci bölümde metinlerarasılığın bütün imkanlarını kullanmaya ahdetmiş bir yazar var. İyice ayyuka çıkan bu postmodernist tavır, biraz da yazarın muhtemel söz-eylem çelişkisine ayna tutan öyküler mi acaba? Bu çalkantılı bir denizi andıran, derdini kimi zaman bağıra bağıra, kimi zaman ima ile anlatan öykülerde okuru neler bekliyor peki? Öyküleri tek tek anlatmak derdinde değilim. Meraklısı alır, okur. Hani yemek tarifi yazsa bile okunur denilen kimi yazarlar vardır; bana öyle geliyor ki Aykut Ertuğrul, kendine mahsus ‘muzip ve hassas’ dili ile bu makamı eskilerin diliyle çoktan ihraz ettiğini gösteriyor. İnanmayan aynı zamanda editörü olduğu Sabitfikir’deki kitaplar üstüne yazdıklarına, hatta söyleşilerine bir bakabilir.
Yine de okur şunu bilmeli ki klasik ve modern birçok metinle kıyasıya hesaplaşmaya girişmiş bu öykülerin her sayfasında tanıdık bir kahramana (elinde baltasıyla Raskolnikov,tanrı öldü diyen ‘pos bıyıklı’Nietzsche, haşin bakışlarıyla Jason Statham, hatta rakibini alt ettikçe katları tırmanan Bruce Lee bile var), bir kitaba,(Kırmızı Pazartesi, Mesnevi) bir yazara denk geleceğinizden kaybolmadan sona varmanız olası.Okur dediğin bildik sularda kulaç atmaya alışkındır zira. Postmodern edebiyatın saç baş yolduran labirentlerine mukabil bu metinlerdeki aşina yer ve kişi adları - Ölmeden Önce Okumanız Gereken 100 Kitap’tan en az 50’sini okuduysanız işiniz daha kolay- çıkışı bulmanızı kolaylaştıracaktır. Fantastik deyince tüyleri diken diken olanların yüreğine su serpecek yazarın bir röportajdaki ihtarı eşliğinde tabii: ‘Ama şu bozuk gerçeklik algısına inat, fantastik öyküler yazmakta hayır var.’ Öyküde bunun karşılığını Mahir Ressam öyküsündeki şu satırlar özetler nitelikte: ‘İçinde bir parça cevher taşıyan her kişi, etrafını bir örümcek ağı gibi saran, onu uyuşturan, alıklaştıran, beynini pelteleştiren bu sis perdesini azıcık bir çabayla yırtıp kendini gerçekleştirebilir.’
Gerçeği tersyüz etmek, yeniden kurmak biraz da oyun demektir. Hiç kuşkusuz çocukluk, saflık, masumiyet dahası paradoks oyuna dahildir. İçinde en fazla paradoks barındıran ve bence en güzel öykülerinden biri her yıl artan sayıda yasaklanan kelimeleriyle hayatlarını idame ettirmeye çalışan Urdn medeniyetinden bahsederken ‘…bir anda efsane olmuştuk.Konuşmayan, nerdeyse işaretlerle anlaşan bir halk arasında ne kadar efsane olunabiliyorsa o kadar tabii.’ Ertuğrul, dil kadar dilsizliğin de başka bir paradoks olduğunu, son derece etkileyici bir ‘dille’ ya da ‘dilsizlikle’ anlatıyor.
Rasim Özdenören demiştik, onunla bağlayalım. ‘Kurallara riayet ederek ancak geleneği devam ettirirsin. Ama avangart olmak isteyen birini hiçbir kural bağlamaz. İlla alışılmış kurallara bağlı kalarak yazmak isteyen de ancak dolgu malzemesi olarak kalır.’ Sözün kısası Aykut Ertuğrul, meselesini dilin hakkını verecek denli titizlikle ortaya koymasıyla müstesna bir yerdedir ve bundan sonrası için ilgiyi şimdiden hak etmiştir.