MODERNİTE: DEMİR AHTAPOT
Bu geçen 2012 Ramazan ayında “İslamcı” ve İslamcılık” üzerine başlayan tartışmayı ileride bir “Vaka-y-ı Hayriye” olarak anmamız kuvvetle muhtemeldir.
Yalnız “ümmetçilik” olsa anlardım, fakat “İslamcılık” deyimi bana biraz “çaydanlık” kelimesindeki “galatı” hatırlatırcasına sorunlu görünüyor. Zira “dan” Farsçada bizdeki “lık” ekine karşılık gelir. Buna göre “çaydanlık” derken biz aslında “çaylık-lık” demiş oluyoruz. Özetle “İslam” dururken “İslamcılık” kelimesinin seçilme nedenini ve en azından Türkçe dil bilgisi kuralları bakımından ne ifade ettiğini izaha muhtaç buluyorum.
İkincisi daha çok pejoratif bir üslupla kullanılan bu ismi benimseyenleri hayretle karşılamakla birlikte “İslamcılık” nedir ve kimler “İslamcı” sayılabilir? Sorularına bir cevap bulmakta zorluk çekiyoruz. Çünkü yalnızca süregiden tartışmalara baksak bile bu kesimlerin hiç değilse fikir düzeyinde olsun bir belirliliğe ve kendilerini ifade edebilecek bir olgunluğa ulaşamadığı görülüyor. O halde bu kesimleri kendilerine sorarak değil, içine doğdukları ortamın fiziksel ve zihinsel kalıplarına bakarak anlamak daha muhtemeldir.
Öncelikle söz konusu şartları ortaya çıkaran karşılaşmaya dikkat çekmeliyim. Çünkü bu şartlar Müslümanlar ile Modern Batının ve dolaysıyla İslam ile Modernitenin karşılaşması sonucunda doğdu.
Ek olarak vurgulamalıyım ki, ne Modernite ve Modern Batı İslam ve Müslümanların karşılaştığı ilk tehdit idi, ne de İslam Modernitenin tehdit ettiği tek medeniyet idi.
İslam ve Müslümanlar daha önce Musevilik Dininin (İsrailiyyat bu tehdidi anlatır) ve Mısır (Saltanat Fikri), Yunan (felsefesi), Hint (hayali) ve İran (ruh ve beden düalizmi), hatta bir ölçüde Çin (beden disiplini) medeniyetlerinin ya bil-fiil doğrudan, ya da bil-kuvve dolaylı olarak tesiri altında kalmıştır.
Modernite de öyle, bir tek İslam Medeniyetini değil Hıristiyan Batının kendisi de dâhil olmak üzere bu dünyaya gelip ve geçmiş bütün din, felsefe ve medeniyetleri birlikte tehdit ediyordu.
Güçlü her tehdit ile karşılaşan her toplum gibi Müslüman toplumlar da Modernite ve Modern Batı karşısında dört türlü tepki gösterdi. Kimileri gücün büyüsüne kapılıp teslim olmayı, kimileri kişisel menfaati için “güç sahipleri” ile işbirliği yapmayı, kimileri ise aczine sığınıp ister istemez zora “boyun eğmeyi” tercih etti. Fakat dördüncü bir tepki türü daha vardı ki, o her toplumda görülmedi. Onlar da ölümü göze alıp bir çare peşinde koşanlardı. Zira kimseye kendi başına var olma hakkı dahi tanımayan bir muhataba karşı çare aramak “ölüm” demekti.
Müslüman da olsa teslim olup Modern Batının her dediğini bir Tanrı buyruğu gibi seve seve yerine getirenlerin “akıl ve izan” ile, menfaati için düşmanla bile “işbirliği” yapan kimselerin de “vicdan” ile sorunu olduğu açıktır. Ölümü göze alamayıp zora boyun eğenleri ise ayıplamak “akıl ve vicdana” sığmaz diyebiliriz. Bu tür tepkilerin daha fazla dikkate değer bir yanı olduğunu düşünmüyorum.
Sonunda ölüm de olsa geride kalanlara varlık ve hayatiyet kazandıracak bir çözüm arayışına çıkanlardan Osmanlı ahalisi sayılanları Yusuf Akçora “Osmancılık, Pan-İslamizm ve Türkçülük” diye üçe ayırmış. Bunlara biraz da vatan ve millet saikıyla Garpçı (Batıcılık) olanları eklersek sayıyı dörde çıkarabiliriz.
Eğer Osmancılığı “toprak”, Pan-İslamizmi “din”, Türkçülüğü “ırk” ve Garpçılığı ise “yaşam biçimi” temelinde toplumsal birliktelik şeklinde ele alırsak, Osmanlı olmayan diğer Müslümanlar arasında da bu dört tür çözüm arayışına oldukça rağbet edildiği görülüyor.
Toprak, din, ırk veya yaşam biçimi, hangisini esas alırsa alsın Dünyada Modernite karşısında “olmak ya da olmamak” sorunu yaşayan ve daha mutlu bir “toplumsal birliktelik biçimi” bulmak zorunda olan Müslümanların bilmeleri gereken ilk şey kendisinin kim ve ne olduğu ise, ikincisi tehdidin ne olduğu, ne kadar ve niçin bir tehdit oluşturduğudur.
Her şeyden önce İslamiyet ve Müslümanları tehdit eden Modernitenin yalnızca bir “ben, özne ve nesne” tanımı yapabilen felsefe olmadığını, kısa bir zamanda, hatta Kadim Medeniyetlere kıyasla neredeyse bir anda yeterli bir “içerik, biçim ve dil” birikimine ulaşmış bir medeniyet olduğunu teslim etmek gerekir. Diğer bir deyişle bireyi toplum içinde mutlu etmeyi vadeden kendine özel bir “gerçek/yalan, doğru/yanlış, iyi/kötü ve güzel/çirkin” seti oluşturmuş, daha çok dile getirilen ifadesiyle kendi ontolojisini, epistemolojisini, etiğini ve estetiğini kurmuş olduğunu bilmeliyiz.
Bu yeni yetme medeniyette semavi (nesne dışında, mekân ve zamandan münezzeh) bir Özneye (ilah) ve sonlu bu dünyadan başka sonsuz bir öte dünyaya yer olmadığı gibi, arzî (nesne içinde) de olsa kutsal her türlü özneyi, bu dünyada da olsa doğal her türlü nesneyi ve bireysel de olsa fıtrî her türlü “ben”i parçalamak veya başkalaştırmak gibi bir amaç da var. Adına “eksiklik esası” denen bu esas ile Modern Batı adeta kutsal, doğal ve/veya fıtrî olan, ya da “bir ve bütün” olan her ne varsa hepsine karşı örtülü, ya da açık bir savaş ilan etti.
“Bir ve bütün” olan her şeye karşı ilan ettiği bu savaşın bir nedeni parçalanan veya başkalaşan her şeyin güç ve direncinin kırılması ise, diğeri de özellikle nesneyi parçaladıkça kendine güç devşirmesiydi. Üçüncü ve belki en önemli nedeni ise “eksilttiği” her “ben” veya nesneyi ihtiyaçlarına göre değiştirdiği “sistemine (Modern Özne)” monte edebilmesidir.
Modernitenin kendisi için “özne” olarak seçtiği ve zamanla değiştirebildiği “sistem” konusu uzun, ancak kısaca vurgulamalıyım ki, ürettiği her nesne, olay, kişi veya kurum gibi Modernite Zamanın Ruhu, Paradigma veya bir tür ahtapot olan Leviathan dediği Sistemi de özellikle “eksik” kurguladı. Çünkü “eksiklik” fikri sadece nesne ve bireylere hükmetme aracı değildi, aynı zamanda ürettiği her şeyi olduğu gibi kendi kendini de “yenileme” aracıydı ve “eksik” kalmak kendisi için de çok büyük bir “yenilenme” potansiyeli taşıyordu. Örneğin ara ara belli parçalarını eksilterek aynı nesneyi her defasında yeni ve farklı bir nesne “imiş gibi” gösterdiği gibi Paradigmayı da sık sık yenileyebiliyor ve az da olsa bir gelişme yaşadığında bunu çok büyük gelişme olmuş gibi göstermek (büyülemek) mümkün oluyordu.
Modernite elinden çıkan her şeyin diğer bir özelliği de “kusursuz” olmasıdır. Çünkü ancak bu sayede kendine ait şeylerin “eksiğini” gizleyebiliyordu. Onun için Modern nesne ve olaylar da, bireyler ve tabiî sistemler de hep “eksik, fakat kusursuz” tasarlandı. O kadar ki, Modernliğe, “eksiksiz, fakat kusurlu” diyebileceğimiz Kadim Medeniyetlerin tam tersine “eksiklik ve kusursuzluk” üzerine kurulu ve eksik “ben”, eksik özne ve eksik nesneye dayalı bir medeniyet demek hiç de eksik olmaz.
Kendi referanslarıyla söylersek, Batıda İsa’nın (as) göğe çıkarılmasıyla sembolleşen semavi (nesne dışındaki) özneyi Eflatun’dan aldığı ilhamla yeniden yere indiren Modernlik bu öznenin Eski Yunanın aksine tek, ama aynı zamanda semavi dinlerin de zıddına değişken olması gerektiğine hükmetti. Onun için adına Paradigma, Zeit Geist vb. dediği ve esasen bir “sistem” olarak ahtapot gibi bütün kamusal alanı kaplayan bu özneyi sürekli değiştirecek (yenileyecek) şekilde eksik ve yine eksilterek oluşturduğu her “ben” ve nesneyi ona monte edecek şekilde tek olarak tasarlayıp hayata geçirdi.
Modern Öznenin (sistem) biçimsel tasarımı yukarıda anlatılan içerik tasarımından çok da farklı değildir. Belki tek fark, tekliği ve değişkenliği birlikte sağlasın diye biçimsel tasarımın diyalektik bir yapıda kurgulanmasıdır. Ona da içeriği beslediği için fark denemez. Şöyle ki, Modernite bütünlüğü önlemek için “parça ile bütünü” ayırmış ve birbirine karşıt olarak konumlandırmıştır. Diğer bir deyişle, parça ve bütünden biri tez, diğeri onun antitezi ve sistem de bunların sentezi olarak düşünülmüştür. Dolayısıyla bu sistemde bir yer edinmek isteyen herkes parça veya bütünden birini diğerine feda etmek ve de karşıt kutupla sürekli savaşmak durumundadır. Örneğin, siyasette parçayı tercih edenlere sağ, cumhuriyetçi veya liberalist, bütünü yeğleyenlere ise sol, demokrat veya sosyalist demekteler. Ulus Devlet ise bunların sentezinden doğan ve dışarıya karşı “biz”i temsil eden Modern Sistemdir. Bütün ve parça da yine her biri kendi içinde tekrar bütünü temsilen üst ve parçaları temsilen alt diye ikiye bölünmüştür. Böylece biz ve ötekilerde olduğu gibi, üsttekiler ve alttakiler arasında da “özgürlük, eşitlik ve adalet farkı” yaratılıp alttakiler üsttekilere karşı bağımlı kılınmış, dahası üsttekiler alttakilere karşı imtiyazlı ve haksızlık yapabilir olmuştur.
Biçimsel tasarımına içkin ilkeleri maddeler halinde açıkça sıralamak Modern Sistemi belki daha anlaşılır kılacaktır. Bu ilkelere ben Modernitenin beş (5) değişmezi diyorum:
I. Parça ve bütün karşıtlığı oluşturmak (Dengesizlik yanlısı)
II. “Güç” bağlamında üsttekiler (ben) ve alttakiler, “kimlik” bağlamında da biz ve ötekiler ayırımı yapıp birbirleriyle savaştırmak (Barış karşıtı, kavgacı)
III. Alttakileri üsttekilere (ben) ve ötekileri biz’e yarı zamanlı (ücretli) veya tam zamanlı (ücretsiz) köle, yani bağımlı yapmak (Özgürlük karşıtı)
IV. Üsttekine (ben) alttakilere karşı ve biz’e ötekilere karşı imtiyazlar tanımak (Eşitlik karşıtı)
V. “Güçlü veya bizden olan haklıdır”, deyip üsttekinin (ben) alttakilere, biz’in de ötekilere haksızlık yapmasına izin vermek (Adalet ve hukuk karşıtı)
Büyük Fransız İhtilalinde “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik (adalet)” diye sloganlaşan bu kavramları öne sürerek bana itiraz edenler çıkabilir. Cevaben delilim tarih olacaktır, zira tarih yukarıda anlatılan kurguyu doğrulayan delillerle doludur. Bunun tam tersini gösteren kimi tartışma ve tecrübeler de muhakkak yaşandı, yaşanıyor. İncelenirse onlardan çoğunun üsttekilerin kendi aralarında veya bir kısmının da alttakiler arasında olduğu görülecektir. Fakat tek bir tanesinin bile üsttekiler ile alttakiler arasında veya “biz” ile ötekiler arasında olduğuna şahit olmadık, olamayız. Çünkü böyle bir örnek Modern Sisteme aykırıdır.
Din, dil, ırk vb. fark etmeksizin her Osmanlı Modernitenin en büyük “öteki” bildiği Osmanlıyı parçalayıp her parçayı sömürge yapmaya çalıştığını görüyordu. Fırsatı ganimet sanan bir “ahmak veya sahtekâr” değilse, herkes bu kâbustan bir çıkış yolu arıyordu.
Kuşkusuz bu acıyı yüreğinin en derinliklerine kadar çeken Müslüman Topluluklardı. Çünkü bu tehdit yalnızca onun benliğine ve dünyasına göz dikmiyordu, belki daha da çok varlık, doğruluk, iyilik ve güzellik kaynağı olan Allah’ı (Semavi Özne) ve vazgeçilmez umut ve beklentisi olan Ahiretini (Sonsuz Varlık Nesnesi) de elinden almakla tehdit ediyordu.
Karşılarında adeta bir “büyüleyici güç” vardı. Kendisine bilmeden seve seve hizmet edenleri de, bilerek işbirliği yapmak için yalvaranları da bulabiliyordu. Çoğunluk gibi acze sığınmak da olmazdı, bir çözüm bulmak gerekiyordu.
Ancak soruna İslam Dini temelinde çözüm arayanlar bulunan hiçbir çözümde ittifak etmedi. Çünkü sorunu teşhis etmekte ortak değillerdi. Onun da nedeni belki Osmanlı toplum yapısının dini, etnik, coğrafi vb. sebeplerle elden geldiğince küçültülen ve büyümesinler diye kaynaşmaları önlenen cemaatlere dayalı olmasına, haliyle kimsenin kendi cemaati dışında bir başkasının dünyasına tam nüfuz etmemesine bağlanabilir. Çünkü herkes sorunu kendi sorunu ile sınırladığı, dolayısıyla ve daha kötüsü bulduğu çözümü başkalarının sorunlarına da çare olacakmış gibi genellediği için hiçbir çözüm üstünde ittifak edilemiyordu.
Kimileri inanç ile uygulama arasındaki farkı gösterip sorunu bir “pratik bir mesele” olarak ele aldı. Dolayısıyla çözümü tembellik etmeyip herkes inancın gereklerini istek ve iştiyakla yerine getirmekte aradı. Özellikle tekke-zaviye cemaati, cami cemaatini de arkasına alarak bunun dışında bir arayışı abesle iştigal saydı.
Kimileri “siyaset” çerçevesinde yaklaşıp Müslümanlar arasındaki “ihtilafları” bütün sorunların kaynağı ve bütün felaketlerin sorumlusu olarak gördü. Çözümün de temel bağlam İslam olmak üzere elden geldiğince çok menfaati uzlaştırarak bir “ittifak” kurmakla elde edilebileceğini düşündü. Aslen devlete dayalı olan ve adına “İttihad-ı İslam (Müslümanların Birliği)” denen bu çözümde Müslümanlar arasındaki ayrışmaları önleyemedi.
Üçüncü bir kesim sorunun “bilgi” düzeyinde ve çok daha derin olduğunu düşündü. Yalnız bunlar da kendi içinde ikiye ayrıldı. Cemaleddin Afganî ve Musa Bekuf gibi bir takım düşünürler sorunu “bilim ve teknoloji eksikliği” olarak teşhis etti ve mevcut İslami ilimlerin bu eksikleri tamamlamaya veya modern teknolojinin alternatiflerini üretmeye yetmediğine, dolayısıyla Hıristiyan Batılıların yaptığı gibi Müslümanların da Moderniteyi örnek alarak İslami ilimlerde bir tür “yenilik” yapması gerektiğine hükmettiler. Mustafa Sabri Efendi gibi Allameler ise bu eksikliğin İslami ilimlerden değil, Müslümanların İslami ilimleri yeterince bilmemesinden (cehalet) kaynaklandığını ileri sürerek yeniliğe karşı çıkıp “İslami ilimleri yeniden öğrenmek Müslümanları eskiden olduğu gibi yine yükseltmeye yetecektir” dediler. Öncekiler “yenilikçi”, sonrakiler ise “gelenekçi” diye anıldı. İslami gelenekte “tecdit” vardı, fakat “bidat” reddediliyordu. Gelenekçiler tecditten (Müslümanların kendini yenilemesi) değil, anlaşılan bidatten (İslam’ı değiştirme) korktular ve Yenilikçilere karşı çıktılar.
Sorunu “başarı” eksenli ele alan dördüncü diğer bir kesim (Bediüzzaman Said Nursî de “Eski Said” dediği dönemlerde bunlar arasındadır) her üç teşhise de “başarısızlık” nedeni konusunda hak veriyordu. Dolayısıyla ittifak etmese de, ihtilafa düşmeden her türlü çözümü başlatılması gereken büyük bir toplumsal seferberliğin bir unsuru olarak kullanmak istediler. İttihad-ı Muhammedî (asm) adındaki cemiyet etrafında toplanan bu kesimin anlayışını Nursî Divan-ı Harb-i Örfî’deki savunmasında “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihat edeceğiz” şeklinde özetlemiştir. Ayrıca yıllar sonra sorulan bir soru üzerine yenilikçilerin ifrata (abartıya) kaçtığını, gelenekçilerin de tefrite (kısıntıya) düştüğünü düşündürecek bir yorum yapmıştır.
Hiçbir çaba “başarı” getirmedi. Nihayet kader kendi hükmünü icra etti ve Modernite Müslümanların hazan yaprakları gibi düştüğü İslam Coğrafyasını metruk bir tarla gibi sürüp istediği gibi ekti ve biçti.
Einstein’a atfedilen bir söze göre “sürekli aynı şeyleri yapıp, her defasında farklı sonuçlar beklemek” delilik diye yorumlanıyor. Belki abartı, ama yüzyılı aşkın süredir farklı hiçbir sonuç üretmediği halde kimi Müslümanların yukarıdaki çözümlerden hangisine bağlı ise hala onda ısrar edip başka hiçbir çare aramamasındaki yanlışa onunla dikkat çekebiliriz. Nitekim elde hala sanat, marifet veya ittifaktan bir eser yok. Alışkanlık, tepe yöneticilerinin nöbet değiştirmemesi, entelektüel yetiştirememek veya himmetsizlik, her birinin bir payı var. Yine de neden herkes hala sadece konuşuyor, fakat kimse henüz dinlemeye bile başlamadı? Bu soru cevapsız kalıyor.
Toplulukların sorunları farklı, hatta aynı olsa bile herkes onun yalnızca bir yanını çözmek istiyor olabilir. Şer istiyorsa başka, ama herhangi bir kimse veya topluluk şer’an bir hayra zorlanamaz. Kaldı ki, İslam Coğrafyasında çoktandır kimsenin zorla iş yaptırabilecek bir gücü de yok.
O değil, ilginç olan maşerî vicdanın harekete geçmekte hala zorlanıyor olmasıdır.
Belki de sorun, kimsenin daha kendini bilmeden çözüm aramaya kalkışmasıdır!
GELENEKÇİLİK,İSLAMCILIK VE KADİM EKSİKLİK
İslam Coğrafyasında Modernliğin “büyüleyici ve parçalayıcı” tehdidine karşı sorunu çözmeye çalışanların toprak, din, ırk ve yaşam biçimi temelinde olmak üzere dört tür tepki geliştirdiğini söyleyebiliriz. İslam Dinini esas alarak sorunu çözmeye çalışan Müslümanların da kadim tartışmayı, yani amel, irade, ilim ve irfan arasında önceliğin hangisinde olduğuna dair tartışmayı sürdürerek seleflerinde olduğu gibi aynı şekilde dört türlü çözüm aradıkları görülüyor. Kadızadeler çözümü ahlak ve amel eksikliğini gidermekte, Şehzadeler siyaset ve irade eksikliğini, Hocazadeler mektep, medrese ve ilim eksikliğini ve Şeyhzadeler tasavvuf ve irfan eksikliğini gidermekte aradı, aramaya da devam etmekteler.
Kader, yani Küllî İrade hükmünü icra ediyor. Sanki Allah’ın kahrı hep def’i, lütfu ise zamanla görünüyor. Rahmeti inerken, gazabı gibi acele etmiyor, kıvamını bekliyor.
Bu hükmü vermekte zorlanmıyorum, çünkü soruna bundan yaklaşık yetmiş beş yıl önce aşağıdaki gibi bir teşhis ve tedavi biçimi beşinci bir yol olarak bize önerilmiş. Bana kalırsa bugün gördüğümüz görüntünün yaydığı büyünün altındaki hile de, gösterdiği abartılı gücün arkasındaki zaaf da daha o günlerde ve oracıkta fark edilmiş. Dahası kendi medeniyet kodlarımızın değişmezlerine (Melekût) dayanarak yeni, bütün, hilesiz ve çok daha güçlü bir “gerçek/yalan, doğru/yanlış, iyi/kötü ve güzel/çirkin” seti üretebileceğimiz gösterilmiş. Fakat bu bir hakikat deyip sahiplenenler dâhil, ogün bugündür kimse söz konusu “seti” üretemiyor. Yanılgı mıydı? Daha zamanı mı gelmedi? Karar sizin.
Kadim “Eksiklik” Sorunu:
Sorunu tek kişi, daha önceki çözümlerden birine de katılmış olan Said Nursî gördü. Fakat Nursî, Saltanat yıkılıp Cumhuriyet kurulduktan sonra ancak teşhisteki hatayı görmüş ve kendini de, teşhisini de, çözümünü de yenilemiştir. Nursî’ye göre sorun Hicrî üçüncü yüzyıla kadar dayanan çok eski bir sorundu. Daha önce hasarı pek büyük olmuyordu, fakat Modernlik ile karşılaştıktan sonra mahiyet değiştirdiği için o eski sorun artık ölümcül oldu. Nitekim kimse onu çözemeyince, o Müslümanların çözülmesine sebep oldu.
Buna göre sorun niyet ve/veya nazardaki “eksiklik” idi, o da İslam Dünyasının daha önce kadim medeniyetlerle girişip zaferle çıktığı savaşlardan arta kalan bir tortuydu. Modern Batı medeniyetiyle de karşılaşınca bu kez mahiyeti değişip “niyet ve nazar bozukluğu” halini aldı, o yüzden de ölümcülleşti.
Burada araya girmem ve söz konusu “teşhisin” anlamlandırılıp değerlendirilmesine yardımcı olmam gerekiyor.
Şöyle ki, her insanın anlam ve değer dünyası onun nazarına ve niyetine, bu da onun “ben, özne ve nesne” tanımlarına, bunlar da bağlı olduğu din veya felsefeye, o da dayandığı medeniyete (bazen de tersi olur, yani bir din veya felsefe kendi medeniyetini üretebilir) göre doğar, büyür ve gelişir.
Özetle bireyi toplum içinde mutlu etme biçimi olan her medeniyet fiili örnek (mülk) üretme fırsatı versin diye her bireye felsefe yapma kalıpları veya dini model ya da tasarımlar (melekût) sunar. Yalnız genel olan bu kalıp, model veya tasarımlardan, birey uygun bulduğu birini kendisi için özelleştirmek (uyarlamak) durumundadır. Diğer bir deyişle, seçtiği genel dini modele/felsefi kalıba göre önce kendine özel bir “ben, özne ve nesne” tanımı yapmaz, kendine uyarlamaz ve içselleştiremezse kişi kendine toplum içinde mutlu edecek bir ilişki ağı kuramaz; bir ağ kursa dahi bunu kalıcı hale getiremez. Çünkü din veya felsefenin ona sunduğu genel model veya kalıp onun özel şartlarına uyum sağlayacak bir “ölçü” vermeye yetmez. Haliyle birey, hatta topluluklar benimsediği din veya felsefenin içeriğini (Melekût) kendi yer, zaman, toplum, insan ve nesne şartlarına göre uyarlanmış bir biçim ve dil (mülk) geliştirmek durumundadır. Birey bu tanımları iki yönlü kullanır. Biri karşılaştığı ve etkisi altında kaldığı nesne ve olaylara bir anlam vermek (nazar), diğeri yine bu ölçüler sayesinde o etkileri değerlendirip vereceği tepkiyi belirlemek (niyet). Birey edindiği bu nazar ve niyetle davranır ve eğer çoğu davranışını benzer bir muhakemeyle yaparsa sonuçta kendine din veya felsefesi ile tutarlı bir anlam ve değerler dünyası elde eder.
Çok gerçekli veya gerçeğin göreceli olduğu medeniyetlerde, bir bireyden beklenen tutarlılık oranı düşebilir, ama kimsenin ne kendi içinde bir kaosa düşmesine, ne de toplumda böylelerinin çoğalıp kaos oluşturmasına kapı açmak istenmez. Tek gerçekli medeniyetlerde, özellikle semavi dinlere dayanıyorsa çokluğun birliği bozmamasının, ya da kesrette vahdeti sağlamanın çok büyük bir önemi vardır. Çünkü semavi dinlerde Özne (ilah), ruh ve bedende olduğu gibi iç içe değil, aksine nesnenin (mekân ve zamanın) dışındadır ve semavi kelimesi bunu ifade eder. İkiliğe (şirk) düşmemesi için kişi ikisi arasındaki ilişkiyi ya müşahede ettiği fiiller vasıtasıyla veya eser ile tasarım, her ikisi ile usta arasındaki soyutlamada olduğu gibi düşünce vasıtasıyla tekliği sağlayacak şekilde oturtmak durumundadır. Aksi takdirde nesne, özellikle dünya ve ahiret bütünlüğünü kaybedebileceği gibi nazar ve niyetinde “ben”i, hatta Öznesi de birliğini yitirip çoğullaşabilir (şirke düşebilir). Özetle kendisini ne kadar farklı ve uzak kılarsa kılsın her birey veya topluluk özel bir tasarıma, her tasarım genel bir modele ve her model sabit, değişmez ve parçalanmaz bir “Gerçeğe” dayanmak zorundadır. Fakat bu silsileyi fiili hayatta sürekli işler kılmak sözle ifade edildiği gibi kolay değildir. Çünkü başta insanın “ben”i olmak üzere, dünya ve başka ilgi ve güç odakları bu silsiledeki halkalardan biri veya bir kaçını koparabilir.
Onun için İbrahimî Dinlerde “Allah, ahiret, ibadet” diye anılan bir “tevhit yenileme” ya da sürekli birleme formülü geliştirilmiştir. Allah ve ahiret “ben, özne ve nesne” yönüyle “ontolojik kurguyu”, ibadet ise bu kurgunun “fiili işleyişini” anlatır.
Buna göre “ben” yarı özne - yarı nesnedir, yani hem kendinden/otonom etki üretir, hem de başka kaynaklardan üretilen etkilere maruz kalır. Özne (ilah) Semavi Mutlak (her tür etki üreten fakat hiçbir etki altında kalmayan) ve Küllî İrade sahibi olmak üzere tek, nesne de mutlak (kendiliğinden hiçbir etki üretemeyen), ama bu dünya ve öteki dünya olmak üzere çittir. İbadetin işlevine gelince, öncelikle belirtelim “birlemek” ile kast edilen özde ve esasen “Allah’ın birliğine inanç” ise de fiilen “iradenin birliği” ve “nesnenin bütünlüğü” olmaktadır. Çünkü bir ilah daha çıkarıp O’nun yanına koyamazsanız O zaten iki veya daha çok olmadığı gibi, cüzî iradeyi Küllî iradeden, dünyayı da ahiretten ayırırsanız Allah’ın birliğine inansanız da şirkten (Allah’a ortak koşmaktan) kurtulamazsınız. Dolayısıyla birlemek aslında “ben”in cüzî iradesini Allah’ın Küllî İradesi ile aynı doğrultuda ve dünyayı da ahiret ile aynı varlık bütünlüğü içinde ele almaktır. Daha güncel bir deyişle “parça ile bütünü” tek bir irade altında birleştirmek ve kaynaştırmaktır. Açıkçası Küllî İrade bütünü, cüzî irade parçayı temsil eder, o halde “birleme” Külli İrade ile cüzî irade çatıştığında Küllî İradeyi yeğlemek, bu dünya ile öte dünyayı ayrıştıracak durumlarda ikisini bütünlemektir. Bununla birlikte Allah’ın hukuku kamu (bütünün) hakkıdır, kendisi için ayrıca alacaklılık veya vereceklilik diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü her şeyi veren O, kime ne borcu olabilir veya O’na kim ne verebilir!
İbadeti “bütün varlığa birleyecek şekilde bakmak (nazar) ve hayatta Allah’ın rızasını elde etmek kastıyla (niyet) hareket etmek” diye tanımlamak mümkündür. Adı “kulluk” olan bu tutum “tek bir konum” ifade etmekle birlikte Allah’a, “ben”e, nesneye ve başka “ben”lere bakmak üzere dört yönü olan bir konudur ve her yönde farklı bir biçimi olmasına rağmen her biri bu “tek konumu” pekiştirecek şekilde tasarlanıp uygulanmak durumundadır. Herhangi bir yönde “Hilafet” de denen bu tek konumda doğacak en küçük bir değişiklik veya nazarı bulandıracak en küçük bir sarsıntı, ya da niyeti söndürecek yahut çatallandıracak en küçük bir tereddüt, farkındalık yoksa “şirk” sayılabilir, farkındalık varsa açıkça “şirk” olur.
İbadetin Allah’a bakan yönünde ki, hilafet denilen konumun kendisidir, iki yan var. Birincisi, kaynağı Allah olan her türlü fiil, söz ve halin etkisine karşı kişinin kendini mutlak bir nesne gibi açık tutup o etkileri yaşaması ve taşımasıdır. İkincisi, kişinin üstünde taşıdığı bu tür etkileri, mutlak nesneden fazla olarak görünür kılmaya çalışmasıdır. Allah’tan aldığı bütün etkileri başta Allah olmak üzere herkese göstermesidir. Bunu da üç türlü yapar. Eğer kendinde bir kusur bulursa Allah’tan bunu gidermesini dilemek (tövbe), bir eksik bulursa bunu tamamlamasını istemek (dua) ve Allah’ın giderdiği bütün kusurlar ve tamamladığı bütün eksikler dolayısıyla Allah’a teşekkür etmek (şükür).
İbadetin kişinin kendine (ben) bakan yönü “kişinin kendi kendini bilme” durumudur. Bir başka deyişle kişinin kendi “ben”inin durumlarını izlemesi ve her an ne durumda ise onu kendi halifelik konumuna uygun hale getirmesidir. Yani, eğer kaynağı Allah olmayan bir fiil, söz veya durumun etkisine giriyorsa ona karşı “nesne” olmamak, aksine bu tür etkilere karşı direnmek (özne olmak) ve eğer kaynağı Allah olan bir etki altına girmişse ona karşı yukarıda anlatıldığı gibi bir nesne olmaktır.
İbadetin nesneye bakan yönü bir deneme, öğrenme ve halifelik konumuna uygun bir şekilde kullanma sürecidir. Yalnız “cennet” bu dünyada aranmaz, zira bu dünyada hiçbir şey doyumluk değil, aksine tadımlıktır. Bir tek öte dünyada her şey doyumluktur.
İbadetin başka “ben”lere bakan yönü ise eşitlik ve adaletten ibarettir. Daha açıkçası insanlar birbirlerine karşı özne veya nesne olmak bakımından eşit olmakla birlikte yaptıkları alışverişlerde herkes herkesin hakkını gözetmek bakımından adil olmak zorundadır. Özetle,“bilgi, güç ve irade” bakımından kim ne kadar çok gelişirse gelişsin hiç kimse herhangi bir kimseye karşı özne (efendi) olacak kadar üstün olamaz, ne kadar az gelişmiş olursa olsun hiç kimse herhangi bir kimseye karşı nesne (köle) olacak kadar alta düşemez. İnsanlar arasındaki eşitlik hiçbir yolla bozulamayacak şekilde mutlaktır. Çünkü bir kayıt olması şirke yol açardı, yani eşitliğin bozulmasına imkân verilmesi üstün olanların Allah ile ortaklık iddia etmesini, düşük olanların da başkalarını Allah’a ortak koşmasını meşrulaştırırdı. Ama fiil ve imkânlar bakımından insanların farklılığı, yani birinin fazlalığı diğerinin eksiği olabilir ve dolayısıyla alışveriş etme gereği duyabilirler. Ancak kimse kimseye haksızlık yapamaz, herkes birbirine karşı adil davranmak durumundadır.
İslam Dünyasının Modernite karşısında yaşadığı sorunun teşhisine ve çözümüne geri dönersek, Hz. Muhammet (sav) nazar ve niyet oluşturmayı öğretme misyonunu daha kendi hayatta iken tamamlamıştı. Müslümanlar öğrendiklerini iki yüz elli, üç yüz yıl kendilerine öğretildiği şekliyle yaşaya geldiler. Ancak başta İsrailiyyat ve Yunan Felsefesi her biri bir alanda uzmanlaşan kadim medeniyetler ki, hemen hepsiyle bir anda tanıştı, o alanlara yatkın insanları cezbetmeye başladı. Akla düşkün olanlar Yunan, muktedir olanlar Mısır/Roma medeniyetlerine, duygusal olanlar Hint Felsefesine ilgi duyup onlardan beğendiği şeyleri almak istediler. Bu nazar veya niyet sorunu oluşturmaya da başladı. Çünkü İslam organik idi kalp, akıl, irade ve bedeni birlikte ve orantılı olarak geliştiriyor, hiçbirini öne çıkarmıyordu. Bireylerin bu medeniyetlere ilgisi çok sorun olmazdı ama topluluk oluşturacak kadar çoğalıp aynı ortamı paylaşmaları çatışmaya ve ardından kaosa yol açtı. Yüz, yüz elli yıllık kaostan sonra Geylani, İbni Arabi gibi büyükler çıkıp her biri bir alanı tashih etti (yeniden doğrulttu). Üstelik hepsi de kendine has bir takipçi kitlesi edindi ve geleneğe dönüşüp yirminci yüzyıla kadar geldi. Fakat İslam hiçbir zaman aslında olduğu gibi organikliğini, yani kalp, akıl, irade ve beden bütünlüğünü bir daha geri kazanamadı. Çünkü organik hali devam etse de her kitle kalp, akıl, irade ve bedenden hangisine ağırlık veriyorsa onu merkeze alıp kalanı çeperlerde bıraktı. Dahası toplumda, başka medeniyetlerdeki gibi kastlar doğmadı ama “görev dağılımı” adı altında bireyin cüz’î iradesine müdahale edilerek “görev dağıtımı” yapıldı ve toplumda bir havas ve avam ayrışması, bir üst ve alt oluş ve bir örnek olma ve taklit etme meşrulaştı. Daha önce herkes hemen her konuda “meşru dairede” kendi hükmünü kendine özel olarak verir ve uygular iken üçüncü yüzyıldan sonra birey adına genel (umumi) hükümler vererek cüz’î iradenin alanını daraltıp bireyden yalnız bu umumi hükümleri takliden tatbik etmesi istendi. Taklit edenlere “avam” denmesi de aslen bu “umumi hükümlere uyan” anlamında bir kinayedir. Özetle kadim medeniyetlerden sonra İslam Dünyasında parça ve bütün birliği bozulmadı, fakat parçaların bütün içindeki yeri “daraldı”, bütünle ilişkisi zayıfladı, kendi aralarındaki mesafe arttı ve birbirleriyle kaynaşma imkânı kısıtlandı!..
Bu yüzden karşılaştıklarında sistemine monte etmek için muhatabını parçalama veya başkalaştırmada usta olan Modernite (çünkü bu yolla varlık elde edebiliyordu) bireylerin tam olamama veya toplulukların tam bir birlik oluşturamama zaafından yararlanıp Müslümanları eski bir halatı çözer gibi parçalamakta hiç de zorluk çekmedi.
Kimse diğerini tam anlayamadığından herkes kendini daha doğru değil “en doğru”, hatta “tek doğru” olarak bildi ve herkesi içine alan bir çatı kuramadılar veya doğruluk payı olan herkesi kaynaştıran bir üst çözüm bulamadılar. Gerçi bütün Müslümanları bir yerde toplarsanız orada İslam bir bütün olarak var oluyordu, fakat tek bir kişi veya tek bir topluluk burada, geneli itibarıyla (mücmel-tafsilatsız) dahi olsa, İslamın bütününü göremiyordu. Zira “nazar” eksikti ve herkes bir parçaydı, haliyle ne kimse bütünü kuşatabiliyor, ne de bulunan çözümler bütüncül (külli) olabiliyordu. Diğer bir deyişle “niyet” ne kadar tam olursa olsun “nazar” eksik olunca her kişi gördüğünü değil ancak anlayabildiğini kuşatabiliyordu. Dahası, bu bir parça olduğu halde onu bütün sanıyor, bütün yerine sayıyor ve ona gelmeyen herkesi suçluyordu. Âmâların tuttuğu parçaya göre fili tarif etmesi gibi kişi ve topluluklar da bütünü eksiltiyor, nazarın eksikliği dönüp niyette de eksikliğe sebep oluyordu. Herkes benzer şekilde kendi parçasını bütün yerine koyunca değil “ittihat”, aralarında “düşmanlık” dahi doğuyordu. Muhataplar zorda, Müslümanlar da daha güçlü iken bu durum fazla hasara neden olmuyordu. Fakat karşılarına güçlü, sistematik ve bütüncül bir Modernlik çıkınca hemen her müslüman birey ve topluluğun parça dünyalarının “tekliği” dahi bozuldu. Kısaca önce nesne çoğullaştı.
Çünkü başarısızlığın nedeni eğer “yanlış” ise, “en yanlış” şey nasıl olup da başarılı oluyordu? Üstelik kendi doğrusu neden başarılı olamıyordu? Anlaşılamadı. Dolayısıyla çoğu birey ve topluluğun âleminde biri “bildik, doğru, fakat başarısız”, diğeri “bilmedik, yanlış, fakat başarılı” iki dünya oluştu. Bu ikizlik önce hayatta kendini gösterdi, ardından kalplere, akıllara ve iradelere de yansıdı. Tabiî kimse kendine açıkça itiraf edemez, aklından dahi geçiremezdi, ama âlemindeki iki dünyanın idarecilerinin de farklı olduğu inkâr edilemezdi. Özetle orta yerde apaçık bir “şirk” de doğmuş ve büyümüştü.
Moderniteye karşı İslam coğrafyasında görülen tepki biçimlerine geçmeden önce bir noktaya daha, yani yer, zaman, toplum, insan (birey) ve nesne algılarında yaptığı büyüleyici etkiye değinmeliyim. Değiştirmek için değişmeye, eksik kalmaya dahi razı olan Modernite “değişmez hakikatler” düşüncesine asla katlanamazdı. Hatta parçaladığı veya başkalaştırdığı nesne ve bireyleri kendi suni sistemine monte etmek ona yetmedi. Çünkü “mekân ve zaman” kontrol altına alınmazsa sistemin çökmesi önlenemezdi. Oysa nesnel “mekân ve zaman”, adı gibi nesnel bir imkândır, kendi içinde var olur ve akar. Onun için Modernlik hükmedemediği o şeyler yerine öznel (algılanan) mekân ve zaman üretmeyi akıl etti. İlkine “çevre”, ikincisine “süre” dedi. Böylece dışarıdaki kutsal, doğal ve fıtri Evrene karşılık kendi içinde beşeri, suni ve sanal bir Evren oluşturdu.
Modernite bunu üç türlü yaptı: (1) duygusuz ve düşüncesiz yaşayabilenleri hazlarla oyalayıp “an”a hapsederek, (2) düşünebilenleri yarattığı gündemlerle ve ürettiği kavramlarla meşgul edip sözde (kavramlar-adlar dünyası) yaşamaya yönlendirerek, (3) buna ek duygu da isteyenleri ürettiği görüntülerle gözde (görüntüler-imajlar dünyası) yaşamaya davet ederek.
Her düzeyde yaşananları tarif ve tasvir etme görevini üstlenenlere filozof, yapılan şeye de felsefe dendi. Aralarında bu sıfat ve isimleri hak edenler de olabilir, fakat bana göre hepsi de Modernlik dediğimiz aynı şeyin farklı yanı, yönü veya yöresidir. Onun için kimin nerede ne yaptığını burada sayıp dökmeyeceğim. Ama suni birey ve toplumlar üretildiği gibi elbirliği ile nesnel zaman ve mekâna alternatif ve genellikle ondan kopuk süre ve çevre diye adlandırılan öznel zaman ve mekânlar da ürettiklerini, böylece büyüleyici bir etki yaparak düşmanlarının dirençlerini kırdıklarını söylemekle yetineceğim.
Karşı koymakla birlikte İslam dünyasının da direnci kırıldı. Moderniteye teslim olup kendini yok etmedi, hatta yenilgiyi dahi hazmedemedi. Fakat kendi eksiğini ve karşıdakinin fazlasını anlamadan, anlayamadığı halde hareket ederek âleminde “anlayamadıkları bir alan” açıp ona yer verdi ve “şirke” düştü.
Kısaca İslam dünyasında “cehalet, zaruret, ihtilafa” ek bir de “şirk ve inançsızlık” sorunu doğmuş ve büyümeye yüz tutmuştu.
Bu “şirki” fark edemeyen ama İslam dini temelinde çözüm arayanların daha sorunu teşhis etmeden çözmeye çalışmalarının doğurduğu anlaşmazlık ve ayrışmaların biçimleri ve nedenleri hakkında kendi yargılarıma geçmeden Said Nursî’nin çabasına da değinmeliyim. Nursî esasen İslam’ın melekûtunu temizleyerek ve dilini kullanarak Müslümanların yeni bir mülk, yani yaşama biçimi üretmelerini istemekle birlikte Modernitenin büyülü görüntüsüne aldanmayı önlemek için bir yandan gösterdiği görüntünün altındaki hileyi, diğer yandan da abarttığı gücünün arkasındaki zaafı göstermeye gayret etmiştir. Ancak görünen o ki, İslam coğrafyasında Nursî’ye kulak verenler az, hileye aldananlar, güç karşısında yılanlar, aklına ilk geleni yaparak, ya da hislerine kapılarak yanılanlar pek çok olmuştur.
Bilmeden hileye aldananlar veya bilerek sevenler Batıcı veya Modernist oldular. Güç karşısında acze veya hevese kapılanlar zarardan kaçmak ve menfaat temin etmek için gücün yanında yer aldı. Bu iki türlü ve dört çeşit tepkiyi malum olduğu için geçiyorum.
Ama daha mahsus (hissedilebilir) veya daha makul (anlaşılabilir) olmalarına rağmen Modernliği anlayıp aşamadıklarından yanılan ve her hareketiyle daha çok Modernitenin işine yarayan kesimleri incelemek, baştan beri anlatılanların belki de çok daha iyi anlaşılmasına yardım edebilir diye düşünüyorum.
Nursî bir iradenin doğru kullanılabilmesi için hükmün (yargı) vicdanî olması, yani hüküm verilirken vicdanın diğer üç unsuru olan kalp, akıl ve hissin de devrede olması ve verdiği o hükmü kişinin kendi vicdanında doğrulaması gerektiğini vurgular. Bu yapılmazsa küçük ve basit tek bir işaret, emare, hatta intiba dahi kişinin bir yalanı gerçek, yanlışı doğru, kötüyü iyi veya çirkini güzel sanmasına yol açabilir. Nursî’ye göre asıl büyük yanlış kişinin kendi yanlışıyla yüzleşmek istememesi, dahası yanlış yapabileceğini kabul edememesidir. Dolayısıyla sonradan zannını ortadan kaldıracak deliller ortaya çıksa bile kimileri girdikleri yoldan dönmeyip sırf zannını doğrulamak uğruna aynı yolda gitmekte ısrar edebiliyor. Buna ben “sistematik yanlış” diyorum. Modernitenin kendiyle işbirliği yapabilenleri ilk iş olarak avladıktan sonra, ikinci ve en büyük işi muhataplarını bu tür “sistematik yanlışa” sürüklemek olmuştur. Onun da yolu daha önce söylediğimiz gibi benliği, kişiliği veya kimliği ne ise, ya da gittiği yol ve gitme yöntemi nasıl ise onu parçalamak (eksiltmek) veya başkalaştırmaktır. Eksilen veya başkalaşan kişi, yol ya da yöntem hangisi olursa olsun önemi yoktur, sonuçta yanlış sistematikleşir.
Nitekim eksilen veya başkalaşan her kişi veya kesim, Batı veya Modernite karşıtı olsa bile, ondan daha çok kendi bütününe veya aslına düşman oluyordu. Böylelikle tersinden Batı veya Modernite dostuna dönüşüyorlardı. Zira ait oldukları veya içine girdikleri çevrenin mevcut ve makul taleplerini en “olmaz biçimde” seslendirip o taleplere “karşıtlığı artırmayı” bir tür iş ediniyorlardı. Dolayısıyla en olabilir talepler dahi gayrimeşru görülebiliyordu.
“Ahmak dostun olacağına akıllı düşmanın olsun” sözü bu yüzden söylenmiştir.
Bu bağlamda, örneğin Türkiye’de Türkler hiç kimseden çekmedi “Türkçülerden” çektiği kadar veya Kürtler hiç kimseden çekmedi “Kürtçülerden” çektiği kadar dersek hiç de yanılmış olmayız. Aynı şekilde Müslümanlar “İslamcılar” dolayısıyla, ya da Aleviler “Alevi Hamileri” dolayısıyla gördüğü zararı başka hiç kimseden görmemiştir denilebilir. Benzer bir yargı çoğu cemaat veya tarikat için de verilebilir. Onlar da kendi “ileri gelenleri” yüzünden ciddi yaralar aldı. Kısaca hiç kimse kendi yakınlarından gördüğü zararı başka hiç kimseden, hatta en büyük düşmanlarından bile görmedi diyebiliriz.
“İslamcı” ve İslamcılık” isimlerini çok rahatsız edici bulduğumu söyledim. Ama sırf onları memnuniyetle sahiplenenleri ifade için bazen bu adları kullanacağım.
İkincisi her soru cevabının çerçevesini çizecek biçimde sorulur. Dolayısıyla cevabı bir anlamda kendi içinde barındırır. Soru bir çerçeve çizemiyor veya çizdiği çerçeve kişiyi aradığı cevaba götürmüyorsa, yani cevaptan daha geniş, daha dar, ya da ondan uzak ise, bu o sorunun henüz tamamlanmamış olduğunu gösterir. Ama insan bazen bilerek “eksik soru” ile de yola koyulur. Zira ne aradığını bilemediği, beklentilerinin olgunlaşmadığı veya buna vakit bulamadığı zamanlar olur. Ama aldığı her eksik veya yanlış cevaptan sonra döner ve soruyu yeniden sorar. Ancak bu kim olduğunu ve ne yaptığını bilenler için geçerlidir. Kendini ve ne yaptığını bilmeyenlerse sürekli aynı soruyu sorup farklı cevap aramaya devam edebilirler. Bu tutumlarını değiştirmezler ise bir ömür, hatta nesiller boyu cevapsız kalmaya mahkûm olurlar. O yüzden “teşhis” tedavinin yarısı değil, aslında “tamamından iki eksiğidir”. Kalan ikiden birisi tedavinin ne olacağını “tasarlamak”, diğeri ise “uygulamadır” diyebiliriz.
Üçüncüsü her tanım kendi konusuyla ilgili bütün soru ve cevapları içermeli, eksik veya fazla herhangi bir soru ve/veya cevaba yer vermemelidir.
“Tek gerçekli” din, felsefe ve medeniyetler için “ben”i bir ve bütün olarak birlemek en önemli meseledir. İslamiyet’te bunun iki yolu vardı. Biri sahabe ve tabiinin yaptıkları gibi organik birlik, yani her “beni (ruh)” duygu, düşünce, dilek ve davranışlarıyla “bir ve bütün” bilmektir. İkincisi mekanik bütünlük, yani “ben”i kalp, akıl, irade ve beden gibi sıfatlardan mürekkep (bileşke-sentez) bir “bütün” olarak bilmektir. Hicretin üçüncü yüzyılından sonra geliştirilen bu türden birlemeler bu sıfatlardan birini merkeze alıp onu en ince ayrıntısına kadar derinleştirirken diğer sıfatları çeperde kabaca (icmalen) ele alır. Örneğin Geylanî irade merkezli bir “ben” birlemesi yapmaktadır ve irade sağlam ilkelerle disiplin altında tutulursa diğer sıfatların da bunun etrafında şekilleneceğini söyler. Arabî kalp için, Rabbanî de akıl için aynı şeyleri söyler. Fakat eğer merkeze alınan sıfat, söylenildiği gibi tam ve en ince ayrıntısına kadar geliştirilemezse diğer sıfatların, icmalen de olsa gelişmesi mümkün olmaz. Nitekim bunu başaranların sayısı azaldıkça ayrışmalar da arttı.
Dördüncüsü insan yaşadığından değil, yaşadıklarına verdiği tepkilerden sorumludur.
Modernlik için muhatabının “birlik ve bütünlüğünü” sürdürmekte ısrar etmesi, ya da başka deyişle parçalanmaya veya başkalaşmaya karşı direnç göstermesi sorun değildir, asıl ve belki tek sorun muhatabında parçalanmaya veya başkalaşmaya karşı direnç gösterebilecek bir güç, hatta bir potansiyel olup olmamasıdır. Potansiyeli de aşıp iş “birlik ve bütünlüğünü” fiilen koruma iddiasına kadar varmışsa, bir de gücünü ispat edebilmişse Modernite bunu bir meydan okuma olarak algılar ve onu yok etmeye, olmuyorsa bulunduğu yere hapsetmeye çalışır. Potansiyeli yok ve zayıfsa, teslim olmamakta da ısrar ediyorsa muhatabını yok etmek istemeyebilir, hatta onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynamayı tercih eder. Çünkü bunlar ibretlik görüntüler vermeye çok müsaittir.
Sadede gelirsek:
İslami geleneğin eksik ve zaaflarını görüp, Bediüzzaman gibi bunları giderme yoluna giremeyen Müslümanlardan bir kısmı savunma refleksiyle doğrudan geleneğe sarıldı. Diğer kısmı ise örtülü veya açıkça Modernliğe teslim olup parçalanmaya veya başkalaşmaya razı oldu. Modernite birinci kısma gelenekçi, ikincilere ise yenilikçi deyip bu iki zayıf kesimi birbiri ile çatıştırdı. Müslümanlar arasındaki en büyük parçalanma budur. Başlarda çok fazla şiddetlenen çatışma tarafları kutuplara itti. Fakat çatışmanın bitmesini, yenilikçi bile olsa bir tarafın galip gelmesini istemeyen Batı, çoğunluğun da fakr u zarureti ve konuya ilgisizliği etkisiyle, aralarındaki dengesizliğin büyümesine izin vermedi. Gelenekçileri sürekli mağlup, yenilikçileri ise görece galip gösterecek şekilde daha düşük profilli bir çatışmadan yana oldu. Çünkü böylece gerçekte iki taraf da mağlup oluyor, galip olarak bir tek kendi kalıyordu.
Gelenekçiler tek tip değildi ve aslında kim irfan, ilim, siyaset ve muamelat (hayat) tartışmasında hangi geleneğe dâhil ise onun tarihî (geleneksel) çözümünü aynen veya daha da içine kapanarak (tefrit) yürütmeye çalışan dört gruba ayrıldılar. Fakat hepsi de en büyük zorluğu süreklilik kazanan mağlubiyet hissine karşı koymakta yaşıyordu. Çünkü hayat her geçen gün bunlardan bir şeyler alıp hepsini başta Modern Batı karşısında kim varsa onlara veriyordu. Tasavvuf ehli çığlığını içine akıtıp kabuğuna çekildi. İlim ehli ya mekânlarını yitirdiği veya işlevsiz kaldığı, ya da kendileri itibardan düştüğü için kenara itildi. Devlet ve maslahat diyen siyaset ehli sürekli boşa çıkan teşebbüslerden yorgun halde ya ölümü bekler, ya da sonuçsuz teşebbüslere el atar oldu. Tüccar, esnaf, vb. ehli hayat ise en dirençli kesim çıktı, İslam adına, dağa çıkanlar da dâhil ne gördüyse bilsin-bilmesin hepsine destek oldu. Fakat hiçbir gelenekçinin temel İslamî meselelerde, daha önemlisi “tevhit (birlik)” inancında tahribata razı olmaması takdire şayandır. Ancak “eski çözümler” yeni sorunları çözmeye yetmedikçe bilinmezler dünyası büyüyor ve gelenekçiler “bildik” kabuğuna daha da çok çekiliyordu. “Şirk” ilkesel olarak reddediliyor, fakat bireyler hayatında zımnen, hatta fiilen bildik ve bilmedik diye ikiye ayırdığı bir dünyada “gizli şirk” içinde yaşıyordu.
Yenilikçiler ise mağlubiyeti hazmetmeden çözüm (rahatlamak) bulunamayacağına hükmetti. Çözüm açıktı, yaşanan “örtülü şirki” acı çekerek sürdürmekten ise açıkça hükmen de kabullenip “bilinmeyenleri azaltmanın” ve durumdan “haz almanın” yoluna bakılmalıydı. Öyle de yaptılar, varlığı ikiye böldüler. Biri geçmiş (ilk yaradılış) ve geleceğe (varılacak yer) dair Tanrının hâkim olduğu inanç dünyası, diğeri bugün ve buraya dair Modernitenin (Sezar) hâkim olduğu sebepler dünyası. Özne ve nesne ikizleştiği (şirk) gibi birey (ben) de deve kuşu gibi ikizleşti. İşine geldiğinde “deve”, işine gelmediğinde “kuş” oluyordu. İnanç dünyasına girdiğinde “Allah, ahiret, ibadet ve adalet”, sebepler dünyasına girdiğinde de “ben, bu dünya, keyfim ve keyfiliğim” diyerek Küllî İradeyi güya gasp ediyordu (Gelenek ise cüz’î iradenin bir kısmını fiilen gasp etmişti). Üstelik dilediği an dilediği dünyaya girip çıkabiliyordu.
Yalnız parçalanmaya razı olanlar ve başkalaşmaya razı olanlar diye iki tür deve kuşu türedi. Başkalaşanlar zamanın ruhuna göre her gün değişip başka bir müslüman, hatta bazısı aynı gün içinde gittiği yere, bulunduğu ortama veya konuştuğu kişiye göre başkalaşabilen bir müslüman oldu. Bu kesimi “ismen müslüman cismen her şey” diye nitelemek yanlış olmaz.
Diğer kesim parçalanmaya, daha doğrusu biraz da Modernliğe özenerek “eksilmeye” veya Müslümanlıklarını “eksiltmeye” koyuldu. İlginçtir, gelenekçilerin bir tür uzantısı ya da yansıması gibi bunlar da dört gruba, fakat mistik, teorik, politik ve pratik olmak üzere dört modern gruba ayrıldı. Hepsinin eksiltme biçimleri de benzerdi, yani ilgili olduğu sıfatı bütün sanıp kalanını yok sayıyorlardı. En popüler olanı siyaset idi, bu politikler iradeyi doğrudan ilgilendirmeyen duygu (kalp), düşünce (akıl) ve davranış kalıplarını (beden) gündemlerinden çıkardı. Bütün dünyalarını irade gösterisi, iktidar hevesi ve siyaset doldurdu. Teorik olanlar, yani düşünce düşkünleri filozofluk hevesine kapıldı ve argümana dönüştüremedikleri duygu, dilek ve davranış biçimlerini yok saydı. İlk travmada Eski Yunana özenen Müslümanların dinde “kelamı” icat etmesi gibi, başta Fazlurrahman, bunlar da Moderniteye özenip kelamı felsefeye dönüştürmeye çalıştılar. Romantik Müslümanlar ise tasavvufu “mistisizm” sandı. Akıldan, iradeden ve İslamın şiarı olan muamelattan koptu ve bir tür “dünya cenneti” veya “sanal sonsuzluk” peşinde koştular. Hiçbirine akıl erdiremeyen veya ilgi duymayan bir kısım görüntü düşkünü pratik Müslümanlar ise dini bir takım “şekil ve sembollere” indirgedi. Sırf bunları giymek veya yapmak onlar için yeterli oldu.
Her medeniyetin, her din veya felsefenin, her topluluğun, hatta özelleşmiş bir “özne, ben ve nesne” tanımı olan her kişinin bile kendine göre bir vicdanı, yani “kalp, akıl, irade ve beden” formatı olabilir. Burada kritik, yani ayırt edici olan Hakikat’in tek olup olmamasıdır. O da “ben”in tek olarak bilinip bilinmemesine bağlıdır. İkinci kritik nokta “ben”i birlerken parçayı bütün sayıp saymamaktır. Diğer bir deyişle “ben”i, örneğin akla indirgememektir, ya da kalbe, iradeye veya bedene indirgememektir. Aksi takdirde, örneğin Hakikat’i tek olarak kabul eden ama “ben”i akla indirgeyen Panteistlerin “âlem tasavvuru” “ben”i indirgemeden birleyebilen felsefe, din ve medeniyetlerin tasavvurlarına hemen hiç benzememektedir.
Gelenekçiler, yenilikçiler gibi “ben”i sıfatlardan birine indirgemiyordu, aksine ayrı görüyorlardı fakat birlemeyi meslek edindikleri sıfat üzerinden yaptıkları ve olgunlaşmadan diğer sıfatları göremedikleri için “birlerken” meslekte olgunlaşmış olanları taklit etmek ve “birliği” dolaylı yoldan sağlamak zorunda kalıyorlardı. Modernite sonrasında ellerindeki bu imkân da yok oldu. Çünkü yanlarında artık meslekte olgunlaşmış hiçbir usta kalmamıştı. Yenilikçiler ise işin bu yönünden hiç haberleri dahi olmadığından “ben”i rahatlıkla bir sıfata indirgeyebildi ve o kadar başkalaştı ya da parçalandılar ki, bu yüzden kıyamet kopacak olsa dahi Azrail’e davetiye çıkarır, fakat hiçbiri hiç kimseyle bir daha bir araya gelemezdi.
Modern Batı İslamcı (İslamist) derken yenilikçilere işaret ediyorsa da, gelenekçileri de kast ettiği oluyordu. Fakat gelenekçiler bu adı hiçbir zaman üstlenmedi. Yenilikçilerden şekilciler bu adı bir “ayıp” saydı ve hiç duymamış, görmemiş gibi yaptı. Mistikler ise belki estetik bulmadıklarından, belki kendilerince bir şey ifade etmediğinden onu hiç umursamadı. Fakat felsefe veya siyaset düşkünü yenilikçiler bu adı kendileri için biçilmiş bir kaftan, bir “üniforma” gibi giyindiler. Yalnız hayretle birlikte üzülsek mi, sevinsek mi hiç bilemiyoruz, Modernitenin bilim, siyaset, ekonomi, hemen her alanda iflas edecek olduğu bir zamanda bu ikisi de, belki zemin kaybettiklerinden olsa gerek, yeni bir “İslamcılık” tartışması başlattılar. Eskiden düşman belledikleri “geleneği” baş üstüne koymaya ve gelenekçileri de yanlarına almaya çalışmaları ise diyecek söz bulmakta bize hiç yardımcı olmuyor.
BEŞİNCİ YOL
İslam dünyasında “cehalet, zaruret, ihtilafa” ek, kendi zamanında yeni baş gösteren şimdilerde ise olgunlaşan “şirk ve inançsızlık”, yani ikilik, çokluk hatta yokluk sorunlarını aşmak için Said Nursî başta tevhit (birlik ve birleme) olmak üzre İslam dininin “içerik, biçim ve dil” konularını yeniden ve aslında olduğu gibi anlamaya koyulmuştur. Ben O’nu, yolunu ve yöntemini anladığım ve dilimin döndüğü kadarıyla anlatmaya çalışacağım.
Ama ilkin sıkça düşülen, hatta “galat-ı meşhur” olduğundan adeta vakıa sayılan bir büyük yanlış anlamaya, belki bir çarpıtmaya, yani “dogma” konusuna dikkat çekmek isterim. Doğrusu Hıristiyanlıkta “teslis (üçleme)” başta olmak üzere Kilise Konsüllerinin bir karara bağlayıp “tartışmaya kapattığı” kimi konuların “dogma”, yani otoriteye atfen peşinen doğru sayılması önemli bir ilkedir. Protestanlık Mezhebine de adını bu ilkeye karşı geliyor olması vermiştir. Fakat Kilise Konsüllerinin bu dogmaları ile bütün semavi dinler, hatta rölativizm hariç hemen bütün tek gerçekli felsefeler tarafından kabul edilen Hakikat ’in “varlığı, birliği, tekliği ve değişmezliği” konusunu birbirine karıştırmak yanlış, en azından yanılgıdır.
Önce birkaç alıntı: Şerif Curcani "O nedir? Sorusunun cevabı olan özellik, makul olması bakımından mahiyet, hariçte sübutu bakımından hakikat, başkalarından farklılığı bakımından ise hüviyet diye adlandırılır" der.
İbni Arabî “şeylerin (nesneler) hakikati sabittir (var ve değişmezdir) ve her hakikat Allah’ın bir İsmine dayanır” der.
Nursî için ise hakikatler varlık giymiş birer mahiyettir. Allah her şeyin mahiyetini bir “model” alır ve ona dışarıda bir varlık verir. Yalnız varlık giymemiş mahiyetler de vardır.
Buna göre “nesne ve olayların hakikatleri sabittir” sözünün iki anlamı var. Birincisi içinde bulunduğumuz “an” hariç, geçmişte varlığa çıkmış bütün nesne ve olaylar birer vakıa olarak sabitlenmiştir, artık zamanda geriye gidip onlardan tek bir tanesini bile değiştiremeyiz demektir. İkincisi her nesne ve olay için dışarıda, yani mekân ve zaman içinde var olan bir yön vardır ki buna İslamiyet’te “mülk (uygulama) ciheti” denir. Aynı nesne veya olayın bir de içeride, yani “ben”de duyulabilir, düşünülebilir, dilenebilir ve davranılabilir bir yanı var ki buna da “melekût (tasarım) ciheti” denir. Dolayısıyla yukarıdaki sözün bir de, her nesne veya olayın dışarıdaki varlığı, yani mülkü sürekli değişirken içerideki varlığı, yani ona özel tasarımı (melekût) hiçbir şekilde değişmez anlamı vardır.
Öte yandan kimi özel tasarımların belirli özelliklerini, yani farklılıklarını dışarıda bıraktığımızda bunların bütün benzerliklerini taşıyan daha üst bir “genel tasarım (model)” elde ederiz. Bu genel tasarımların da kimi özellikleri dışarıda bırakılırsa daha da genel bir tasarıma ulaşırız. Bu böyle devam ettiğinde en üstte yalnızca belirli tutum ve davranışları, yani ahlaki özellikleri ifade eden “en genel tasarımlar” kalır ki bunlara o tutum ve davranış kalıplarıyla tasarlanıp uygulanmış bütün nesne ve olayların “asıl hakikati”, yani Allah’ın İsimleri denir. Dolayısıyla “eşyanın hakikatleri sabittir” denirken görünürde ilk iki anlam kast edilse de, asıl onların da hakikati olan “İsimler değişmez” denilmektedir.
Sonuç olarak çok açıktır ki, “hakikatler değişmez” hükmü ile dokunulmazlığı ilan edilmiş “dogmalar” arasında herhangi bir benzerlik veya ilişki kurulamaz.
Bu ince ve derin meseleyi burada söz konusu etmemin bir başka nedeni daha var ki, o çok daha mühimdir. Şöyle ki, İslamiyet’in bir din olarak melekût ciheti sabittir, değişmez fakat mülk ciheti (uygulamaya yansıyan biçimleri) uygulandığı yer, zaman, toplum, insan (birey) ve nesne beşlisine bağlı olarak değişebilir. Özetle çerçeve değişmez fakat içi ortamı oluşturan şartlara göre farklı doldurulabilir. Bediüzzaman’ın yaptığı da İslam’ın melekûtunu, yani içeriğini nazar, niyet ve uygulama kirlerinden (algı ve tepki yanlışlarından) temizlemek ve bugünkü Müslümanların kendilerine mahsus bir uygulama biçimi üretmeleri için o temiz melekûtu günün şartlarına göre uyarladığı bir lisanla (dil) anlatmaktır. Bundan sonrası bu dili öğrenip o içeriği doğru anlayan Müslümanlara kalmıştır. Onlara düşen de bu çerçevenin içini doldurmak ve kendi şartlarına uygun uygulama biçimi veya biçimleri (mülk) geliştirmektir.
İkinci olarak özne ve nesne tanımında olduğu gibi tehdit ve fırsat algısı ve tanımında da “ben” tanımı kritik (ayırt edici) önem ve önceliğe sahiptir.
“Ben” tanımı esasen kişinin başta kendine olmak üzere, Öznesine, nesneye ve başka “ben”lere karşı eksiksiz bütün görev, yetki ve sorumluluklarını belirler. Kişi oturup açıkça bir “ben” tanımı yapmamış veya yaptığı tanım eksik olsa da, bir tanım yapmış olduğunun bilincine varmasa da, herkesin bir “ben” tanımı vardır ve bu tanım onun her türlü tutum ve davranışlarında kendini açığa vurur. Bunun farkında olanlara kendini ve ne yaptığını “bilen”, farkında olmayanlara da kendini bilmez, cahil veya gafil diyoruz.
Kişinin kendine karşı görev ve sorumlulukları “yokluk, anlamsızlık ve değersizlik” kaygılarını gidermekten ibarettir. Bilenler buna “kişilik (ferdiyet) kazanmak” diyor.
Kişinin öznesine karşı görev ve sorumlulukları “görüşmek, bilişmek ve sevişmek” diye özetlenebilir. Bilenler buna “iman, marifet ve muhabbet” der.
Kişinin nesneye karşı görev ve sorumlulukları onun “hakikatini”, yani dışını, içini, önünü ve sonunu bilip ona göre hareket etmektir. Bilenler buna “sanat” da diyor.
Kişinin başka “ben”lere karşı görev ve sorumlulukları “adalet”, yani ondaki kârını ararken, ondan gelecek zararı giderirken veya kâr ya da zarar söz konusu değilken, hiçbir ilişkisinde hiç kimseye haksızlık yapmamak. Bilenler buna “kuvve-i cazibe, kuvve-i dâfia ve kuvve-i akliyede itidal”, yani orta yolda bulunmak diyor.
Öte yandan kişinin kendini bilmesi veya bilme miktarı kadar, “bilme yönteminin” de önemi vardır. Çünkü onu terk etmediği sürece hiç kimse gittiği yol ve yöntemin imkânlarını aşamaz. Gerçi “ben”, olmak, bilmek, seçmek ve sevmek gibi kendisiyle alakalı bütün fiilleri mümkün kıldığı, yani her fiilin “imkânı (doğma veya olma yeri)” olduğu için “ben” tanımı da “anahtar” konumdadır. Zira söz konusu fiillere konu, nesne veya özne olabilen her türlü tanım ve ilişkinin imkân ve kısıtlarını bu tanım belirler. Fakat bu tanımın imkânları sınırsız ve sonsuz, muhatap da sınırsız ve sonsuz olsa dahi, aradaki bağlantı yolu veya yöntem kısıtlı olursa bu bir darboğaz oluşturur ve kalan her şeyi kendisi gibi kısıtlar. Ayrıca bilme yolu tanımlama biçimini de belirleyebilmektedir. Örneğin kişi şeyleri tecrübe ederek öğreniyorsa kendini “yapıyorum o halde varım”, düşünerek öğreniyorsa “düşünüyorum o halde varım” ve benzeri şekillerde tanımlar. Dahası bilme yöntemi kişinin kendisini “bir, bütün ve her şeyden ayrı (tek)” olarak kavramasına imkân tanıyorsa, ancak o zaman aynı durumu bilmeye veya tanımlamaya çalıştığı her şeyde arar. Yoksa kendi dünyasında ikiliğe, üçlüğe, çokluğa izin vermek, ya da şüphecilerde olduğu gibi “bilemem” demek zorunda kalabilir.
Okuyucu yukarıdaki paragrafa dikkatle bakarsa, sanıyorum bütün felsefe ve dinleri, hatta en marjinal mezheplerine kadar görebilir. Fakat işin o yanını ele almayacağım, yalnız tanıma, bilme ve tanımlama yol, yöntem ve biçimlerinin oluşum sürecine değinmekte yarar görüyorum.
İnsan doğarken bir “içi” yoktur, daha doğrusu “içi” diğer hayvanlar gibi belirlenmiş değildir. Fakat onlardan farklı olarak “öğrenme yeteneği” sınırsız ve sonsuzdur. Dolayısıyla insan “içini” sonradan “öğrenerek” belirler. Locke bu durumu “tabula rasa (boş sayfa)”, kimi İslam düşünürleri de “imkân ve hudus” diye ifade etmiştir. Vakıa şudur, bebek bir bedenden ibarettir, üstelik kendi bedeni dâhil annesinden başka hiçbir şeyi (anlamlı ve değerli) görmez. Diğer bir deyişle kendisini annesinden ayıramaz. Yalnız yaşadığı acı ve hazları olduğu gibi dışarı yansıtır. Bunun dışındaki bütün vaktini ki, zamandan da haberi yoktur, bir kamera gibi gözlem ve kayıt yapmakla geçirir. Kısaca o fark etmese de “içi” oluşmaya devam etmektedir. Bu oluşun bir noktasında bebek kendi bedenini ve onun annesinin bedeninden ayrılığını fark eder ve o henüz adını koyamasa da farkına vardığı bu şeye ilerde “ben” diyecektir. “Ben” dediği andan itibaren “var” olduğunu görmeye ve annesine yüklediği “anlam ve değerlerin” kendinde de “var” olmasını istemeye başlar. Bu işin lezzetli yanıdır, acı yanı ise bedensel acılardan başka bir de “yokluk, anlamsızlık ve değersizlik” kaygısı baş gösterir, daha acısı giderilmediği her defasında bu acı bütün lezzetlere baskın gelir. Bu kaygıları giderildikçe bebek “beden (dış)” sahibi olduğu gibi bir de “iç” sahibi olduğunu öğrenir. Artık çocuk olan bebek bundan sonra “hareket, değişim ve dönüşüm” denen bir başka şeyin daha farkına varır. Bunlardan kendisine tatlı gelenler hemen olsun, acı gelenler ise geç, hatta hiç olmasın ister. Yazık ki acı olanlar, tabii çocuğun hissine göre hemen, tatlı olanlarsa çok geç olur. Çocuk aslında “zaman” denen şeyi, yani hareket, değişim ve dönüşüm için gereken süreyi ve bunun bir “başının”, bir de “sonunun” olduğunu fark etmiştir. Sonuçta her “bir” şeyin “içi ve dışı” olduğu gibi, bir de “önü ve sonu” olduğunu öğrenir.
Çocuk nihayet bilmediği ve belki hayat boyu bilemeyeceği bir şeyi daha fark eder ki, biz ona “karşı cins” diyoruz. Karşı cinsin farkına tek kişi sayesinde vardıysa bu çok olumlu bir tecrübedir ve adına “aşk” denir. Yok, eğer “teke” indirmeden, ya da indiremeden farklılık buluyorsa ya “nefret” veya “karamsarlık” içine d