Menu
KURMACA YAZIN VE KADIN
Deneme/İnceleme/Eleştiri • KURMACA YAZIN VE KADIN

KURMACA YAZIN VE KADIN

Edebiyatta, yazın dünyasında kadın imgelerinin ya da gerek erkeklik gerekse de kadınlık kurgularının esas olarak daha çok erkek yazarlar tarafından oluşturulduğu geçmiş zamanlardan bugüne dek gözlemlenen bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gözleme dayanarak da yazın dünyasında kadın yazarların niceliğinden söz etmek bu bağlamda zor görünen bir olgu haline gelmiştir çoğu zaman. Zira, ataerkil bir dil düzeninin içinde yaşamak, edebiyatın nesneleri olan kadınlar için ayrıca bir sorun teşkil etmiştir. Aklın özerkliği, nesnel doğrunun üstünlüğü, nesnel gerçeklik üzerinde giderek aratan egemenlik, kadınların akılla değil doğa ile özdeşleştirilmesini de meşrulaştırırken, kadınları edebiyatın öznesi haline gelmelerini de güçleştirmiştir. Ancak, tarihte 18 .yüzyılda kadın erkek rollerinin toplumsal tanımlamalarının kadın açısından gerçekte ne demek olduğunu anlamaya, bir açıdan da anlatmaya yönelik bir kadın hareketinin oluşmaya başlaması her daim söz edilen erkek/akıl, kadın/doğa ikiliklerini de kırmaya başlamıştır hiç şüphesiz. Dolayısıyla kadınlar, yüzyıllar geçtikçe toplumun ve dolayısıyla edebiyatın hem nesneleri hem de ciddi bir biçimde özneleri haline gelmiştir. Ancak kadınlar için, politika, sosyal yaşam, sanat alanında kadınlık ve erkeklik kurguları açısından birçok tehlikeler ve tuzaklar bulunduğu gibi edebiyat alanında da tehlikeler ve tuzaklar kaçınılmaz olmuştur. Ne vark ki kadınlar bütün bu karşıtlıklara, kıstırılmışlıklara, tehlikeler ve tuzaklara gene yazarak cevap verirken kendilerine has özel bir yazın türünü de beraberinde getirdikleri, ataerkil ideolojiyi kırma çabasının yazın yolundan geçtiği de pekâlâ öne sürülebilir.

Öncelikle yukarıda söz edilen ataerkil ideolojiyi kırmanın temelinin 18. yüzyıla dayanan bir çabanın ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Zira 18. yüzyıla değin kadının yerinin evi, salt ev işlerinin alanı olduğuna ilişkin evrensel bir inanç hakimliğini korumaktaydı. Sanayi devrimiyle birlikte erkekler fabrikalarda yani hane dışında çalışmaya başlarken kadın da daha ziyade eve mahkum edilmekteydi. Böylece kamusal/özel ayrımı da yoğun bir biçimde belirginleşmiş, toplumdaki sınırları belirlemişti. Ancak, 18. yüzyılın eşitlikçi olmakla birlikte erkek merkezli ideolojisine ilk kez 1845’de Margaret Fuller, Woman in Ninteeth Centruy- On dokuzuncu yüzyılda Kadın- adlı kitabından ilk kez bağımsız bir kadın kültüründen söz etmekteydi (Kadınlar Dile Düşünce, 2004: 23). Ona göre kadınlar içlerindeki cevheri işlemeliydiler. Ardından, 19.yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde kadın hareketi, bir her döneme göre giderek ivme kazanmakta ve eşit haklar kavgasına hep bir yenisini daha eklemekteydi: Toplumun her parçasına - aile, yönetim, politika sanat, edebiyat - son derece baskın biçimde hakim olan erkek egemen toplumu etkileme; hatta onu dönüştürmeye yönelik sistemli bir çaba.

Bu noktada aslında feminist eleştiri kavramını da kısaca irdelemek ayrıca önemlidir. Zira, ataerkil bir dil içinde bir nevi hapsolan kadınlar için, sözü edilen ataerkil dil düzeninin değiştirme sürecinde en yetkin araçtır yazın. Feminist bir yazın anlayışı da, edebiyatın içerdiği çeşitli ataerkil tuzaklar karşısında yepyeni bakış açıları kazandırmayı amaç edinmektedir. Dolayısıyla, eşitlikçi düşünceyle kadın hareketlerinin başlangıcına ilham veren 18. yüzyıldan itibaren, kadının erkeğin karşı kutba yerleştirdiği “öteki” olarak nitelendirilmesini irdeleyen, sorgulayan ve farklı bakış açıları ortaya koyan bir eleştiridir feminist eleştiri. Feminist eleştirinin, edebiyat eleştirisine asıl katkısı ise, yazın eleştirmenlerini “kadın imajı” kadınlık ve erkeklik kurguları” üzerine eni konu düşünmeye, bu konuya farklı pencerelerden bakmaya zorlamak olması. Buna göre değişik feminist yaklaşımlar, gerek kültürel olarak belirlenen kadın, gerekse kültürel olarak belirlenen erkek rolleri ve bu rollerin yazın metni üzerindeki izdüşümlerini incelemiş, sanat yapıtı açısından bu izdüşümleri eleştirel bir yaklaşımla sorgulamışlardır bugüne değin. Örnek olarak, Sandra M. Gilbert ve Susan Gubar’ın Madwoman in the Attic-Tavan arasındaki Deli Kadın- adlı yapıtı 19. yüzyılın farklı bir geleneğini ortaya çıkarmıştır: Kadındaki yazarlık korkusu. Gilbert ve Gubart, kadın sosyalizasyonunun kadının yaratıcılığına yaratıcılığına nasıl yansıdığını şöyle açıklamıştır: “Kadını, melek gibi davranmadığı takdirde canavar gibi gören bir toplumda, melek olmadığını bilen kadın kendini canavar gibi görmek ya da bu bilincin suçluluğuyla bir sürü hastalıklarla boğuşmak zorunda kalmıştır. Histeri, anoreksi... Bu hastalıklara kadın romanlarında sıkça rastlanır.” (Kadınlar Dile Düşünce, 2004: 24-25)

Dolayısıyla yavaş yavaş etkinliğini arttıran feminist eleştirinin asıl amacı zaman geçtikçe daha da net bir tablo ortaya koymaya başlamıştır: Cinsiyet rollerinin yazında nasıl kurgulandıkları ve gerçekte nasıl kutuplaştığı veerkek egemen ideolojilerin yazın yapıtında nasıl şekillendiği ve kadını nasıl, nerede konumlandırdığı ve bu ideolojilerin ve kurguların da gerçekte kadın için ne ifade ettiği, yazıda nasıl yeniden doğru okumayla değişiklik göstereceği son derece ciddi bir inceleme alanı olmuştur. Artık edebi gelenekleri oluşturan ve yazında kilometre taşları sayılan klasikler, klasiklerin çevirileri, sanat yapıları yeniden incelemeye alınmış, bütün imgeler tersyüz edilip yeniden yorumlanmaya açık hale getirilmiştir. Kolodny, 1980’de yazdığı makalesinde aslında bu yeni feminist eleştirinin de çıkış noktasını belirlemişti bir bakıma. Kolodny’in üç saptamasına göre; “ Edebiyat tarihi keyfidir, hatta bir kurgudur. Metin okuma yöntemleri bu kurguyu sürdürmemiz üzere bizi koşullandıran yöntemlerdir. Bu yüzden gerek eleştirel değerlendirmeler gerekse bu değerlendirmelere dayandırılmış “temel okuma” listeleri keyfidir.” (Dancing Through the Minfield, 1980). Dolayısıyla, feminist eleştiri kadın hareketiyle ve aslında daha sonra postmodern- yapısalcı hareketliyle birlikte koşut olarak gelişmiş ve yazında yepyeni açılımları, kadınlık ve erkeklik kurgularını gerçekte tersinden de okuyarak yepyeni yorumları beraberinde getirmiştir. Sonunda da bağımsız kadın eleştirileri pratiği ortaya çıkmıştır. Buna göre, feminist estetiğin mutlaka kadın yaşantısına ilişkin gerçekler üzerinde yükselmesi öngörülmüş, kadın yaşantısının, özel olan deneyimlerin ve ilişkilerin radikal feministlerin de dile getirdiği gibi “Kişisel olan politiktir” den yola çıkılarak ortaya konulması farklı yazın geleneklerine ve okumalarına yol açmıştır.

Bu noktada aslında feminist eleştiriyle beraber kadın edebiyatı kavramının da gerçekten var olup olmadığını da önemli bir soru olarak kendini ortaya koyvermiştir bile. Yazar kimliği, doğası gereği aslında yalınkat bir insan değildir. Yazarın varlığı katmanlı birçok kimliğin bileşkesidir. Bu noktadaysa yazar olarak kadınlara ait bir alt kültürün olup olmadığı ve beraberinde bir kadın edebiyatından söz edilip edilememesi de ayrıca önemlidir. Erendiz Atasü’nün şu sorusuyla birlikte aslında kadın edebiyatının neden var olması gerektiği okurlara ipucu da verecektir gerçekte: “Erkekler kadın yaşantılarını paylaşmayı reddettikleri sürece, kadın gövdesinin maddesel koşullarının ve geleneksel kadınlık rollerinin dayatmaları elbette ki kadınlara mahsus bir psikolojik ortam -ortak duyuşlar, sezişler, düşünceler, kanılar, bakış açıları- yaratacak ve bu ortam kendi ifade biçimlerini bulacaktır. Kadınların erkek yaşantılarını paylaşmaları, örneğin meslek sahibi olmaları elbette onları değiştirir; ama değişen kadın hayatının genişleyen akışını kesecektir değişmeyen hayat biçimleri! Peki, bu engellenme kadınları nasıl etkileyecektir?” (Dünya Kitap, 2001). Bu soruyla birlikte, kadınların yıllar boyu erkek yazar-kadın okur ikileminin içinde hapsoldukları da göz önüne alınırsa, kadınların bu ikilemi kırma sürecinde, kendilerine dayatılan “öteki” ya da “alttakiler” kavramlarından yazın ile kurtulmaları da çok geçerli, bilinçli bir yol olarak nitelendirilebilir. Zira kadınlar, kadın kimliği ve kadın olma deneyimiyle duygulara, duyarlıklara, deneyimlere ve kültür birikimine çok farklı sesler, tınılar getirmektedir. Kadın olarak yazma, ataerkil dil yerine kendi kadın dilini yaratma Atasü’nün yukarıdaki sözlerini; kadınların ortak duyuşları, sezişleri, bakış açılarını paylaşarak bir alternatif dünya yaratma ile koşut gitmektedir elbette. Dolayısıyla, kadın okur- erkek yazar ikileminin kırılma noktasında, kadının bir yazar olarak ataerkil toplumda var olabilme ve hatta ataerkil toplumu dönüştürme sürecinde kadın edebiyatının varlığından da söz etmek bu bağlamda mümkün görünmektedir.

Bütün bunlar ışığındaysa, çağdaş yazında önemli iki kadın yazarın; Latife Tekin’in Gece Derslerive Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı yapıtlarına bir kez daha bu mercek altında bakmak kurmaca yazın ve kadın konusu üzerine alternatif bir düşünme tarzı geliştirebilmek açısından hatırlı sayılır bir öneme sahiptir.

Latife Tekin ve Gece Dersleri
Latife Tekin Türk edebiyatına önemli yenilikler getirmiş bir yazardır. Özellikle 1980 sonrası Türk edebiyatında son derece önemli bir yere sahip olmuştur. Değişik üslubu ve yaklaşımıyla, okurları farklı dünyalara çekerken bir kadın yazarın da korkularını, açmazlarını, sancılarını yansıtmaktadır eserlerine. Tekin, 1986’da yayımlanan Gece Dersleri adlı kitabında, Sekreter Rüzgar kod adlı Gülfidan'ın bir politik örgüt içerisinde kadınlığının-kadın olarak birey olmak- politika ve toplumsal roller gibi değişken parametreler içerisindeki dinamiğini sorgulamaktadır. Tekin, aslında büyük ölçüde devrimi, bedeni, yoksulluğu, kadınlığı ve annesi arasında kalmış bir kadının parçalanmışlığını anlatmaktadır burada. Ancak,” kısacık bir romanın uzun şiiri” olarak nitelendirilen bu yapıt gerçekte alışılmış bütün biçimleri, yazın kurgularını tersyüz etmekte ve parçalanmış bir üslupla kronolojiyi de altüst etmektedir. Gece Dersleri, klasik kalıplarda değerlendirilecek bir yazı, bir anlatı değildir. Tekin’in kahramanı Gülfidan/Sekreter Rüzgâr’ın hayattan kopuşları, hayata tekrar bağlanması, her seferinde bir gerçeklikten ötekine savrulması, kendine yabancılaşması ama gene en sonunda kendine bir varoluş alanı açması ve kendince bir güce sahip olması klasik betimlemelere sığmayan bir biçemle sergilenmektedir. Güldifan, daha çocukken annesinin yasak aşkı ile tanışmıştır ve böylece hayattaki ilk yabancılaşması da kaçınılmaz olmuştur. Sonra, on sekiz yaşında bir kadın örgütüne katılarak militanlığa adım atmıştır, bu da onun yaşamdaki sancılı arayışlarının ilk basamağıdır aslında.

“On sekiz yılın taze fidanıydım. Adım da zaten Gülfidan’dı. Yan yana oduncularla eski yazlık sinema sokağında, küçük bir gece odasında toplaşmış kırk kadına karıştım. Kim olduğum sorulduğunda, kırk kadının gözlerinin içine duygulu bir kuşun resmini astım. Kuşun başını usulca yana büktüm. “Kadınların yalnız oldukları bir evden geliyorum,” diye inledim. Yaprakların ılık bir rüzgârın etkisiyle hışırdadıkları bir ilkbahar günü, öğleden sonraydı. Belleğimde saklı duran mahrem bir görüntüyü kırk kadının merak dolu bakışlarına uğradığımdan güneş ışığına çıkardım. Gece odasında toplaşmış oturanlar, soluk çırparak taş bir mutfakta kanayan parmağına ağlayarak bakan genç bir kadının solgun suretine eğildiler. Kömür karası saçlı annemin bir hayat boyu parmaklarını yüzlerce kez bıçakla kesip kanattığı, bir ucunu dişlerine taktığı renkli basma parçalarını kanayan parmaklarına ağlayarak sardığını anlattım.” (7)

Gece Dersleri, değinildiği gibi klasik bir anlatı değil. Bir kadının, hem kendini hem annesini hem de yaşamı arayışlarını iç monologlarla, iç diyaloglarla ve gerçekte bilinç akışıyla vermeye çalışan bir yapıt. Burada birlik denen biçimlerin hepsi neredeyse alaşağı edilmektedir. Sekreter Rüzgârın kongrelerde yaptığı konuşmalar, örgüt arkadaşlarına gönderdiği mektuplar, tek başına kaldığı zamanlardaki içsel monologlar, hayata ve militanlığa dair duyulan ikilemler kesinlikle klasik yazın biçimleri ile kaleme alınmaktadır.

“Dedi: Alık bir örgütçünün yaratıcı olmayan karamsarlığı çok can sıkıcı. Ruhun dikdörtgenimsi tahta kutulardan yapılmıştır sananlar, ne yazık ki davamızın karanlık bir tünele sokulduğu günlerde, bir sihirbaz edasıyla yeniden sahneye fırlamaktan kendilerini alamazlar....”
“Dedim: Çiy damlası gibi saydam yüzünün içi öfkeyle dolu Sevgili Başkanımız! Sizinle hayat bilgisi hayaletlerini, öte dünyaya küs giden develeri, nefret sözcüğünden ibaret elmas bir kütleyi konuşabilmemiz mümkün değil. Çünkü anlamaya başladık birbirimizi.” (51)

Gülfidan’ın hayattaki arayışları ve kopuşlarına bir örnek de onun 12 Eylül darbesiyle -yenilgisiyle- gene başını alıp gitmesidir. Ayrıca, militanlığa, örgüte ve de kürtaja karşı büyük bir savaş vermekte; bu sefer kadın olmanın farklı bir deneyimini yaşamak, çocuk doğurmak istemektedir.

“Elveda ey, bulutlara yazılı gündeminizden toprağa atlayıp intihar etmektedir maksadım. O kuş lastiği gibi demirden aletine doktorun bindireceksiniz beni, karnımdan cenazeler çıkartan kaynanam gibi, ölmek daha şeker. Doğurmak istiyorum bebeğimi, eli kırbaçlı küfürbaz cininizin izniyle. Siz annemin yeşil atlarının yüzüne okuyup üfleyin Kalinin’in fedakârlık defterini. Teklifinize uyup saplantılarımın gönlünü kıramam. İade ediyorum görevli kolluğum ile karton önlüğümü. (72)

Latife Tekin, rüzgâra kapılmış bir kadını bir kadın yazarın doğurganlıyla iç içe geçirirken, ideolojilere, belli kalıplara duyduğu öfkeyi yansıtırken hem zaman-mekan bütünlüğünü parçalamakta hem de cümleleri de kesin kurallara hapsolmaktan çekip çıkartmaktadır. Gece Dersleri gerek konusu, kadının bir birey olarak var olması ve kadının beden denetimi açısından gerekse sözcük oyunları, kuralsızlık, yapıyı tersyüz etme açısından bir kadın yazarın; Latife Tekin’in anlatısı olarak son derece yenilikçi ve başkaldırıcıdır. Bu özellikler de kadın edebiyatı, bir kadın yazısı yaratma çabasının izleri olarak görülebilir. Baskın olan ataerkil dili kırma ve feminist eleştirel bir gözle farklı üsluplarla onu yeniden yaratma, metinde kendi içine kapanmaya ve dolayısıyla sıradan değil yeni bir yoruma ışık tutmaktadır. Dolayısıyla, ataerkil bir dil tarafından yapılanan toplumun da yeni okumalara açık olmasıyla bir ölçüde dönüştürülebilmesi, alternatif bir dünyaya doğru evrilerek gerçekte arzu edilen bir olguya göz kırpmaktadır.

Virginia Woolf ve Kendine Ait Bir Oda
Virginia Woolf, bir kadının “ben” sözcüğünden kastettiğiyle bir erkeğin “ben” demesi arasında gerçekten ciddi bir fark olduğunu söylemekte; bu iki “ben”in de çok farklı alanlara işaret ettiğini belirtmektedir. Zira, kadınlık deneyimleri, ilişkileri ve yazın dünyasında gerek erkeğin gerekse kadının farklı biçimlerde ben demesi Woolf’un kastettiğini doğrular niteliktedir. Burada, gene kadın okur-erkek ikileminden yola çıkıldığında edebiyatta erkek olarak ben demek nitelik bakımından değilse bile nicelik bakımından elbette daha kolay görünmektedir. Virginia Woolf, işte bu noktada Kendine Ait Bir Oda’da tarihsel süreçte kadınların hayatlarından kesitler sunarak bir kadın olarak yazmanın, içindekileri dışa vurmanın zorluklarından, sancılarından bahsetmektedir. Woolf, tarihsel ilişkilerin kökenine inerek kütüphane raflarında gezinmekte ve kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi ortaya koymaktadır. Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan olan Kendine Ait Bir Oda’da Woolf temel bir düşünce sunmaktadır. Buradaki temel tezi bir kadının para kazanması, kendisine ait ayrı bir odasının ve boş zamanının olmasıdır. Woolf, kadınlara sadece “yazın” demektedir. “Erkekler ne der diye düşünmeden yazın!” der Woolf. Kadının bir yazar olarak konumlanmasına dair pek çok ipucunu dile getirmektedir burada. Ancak bu konuya değinirken de kadın yazarların çok fazla cesaretlerinin kırıldığından, kadınların önlerine konulan engellerden da bahsetmektedir elbette.
“Büyük harflerle KADINLAR VE KURMACA YAZIN sözcükleri yazılmış yalnızca. Oxbridge’de yenilen akşam ve öğle yemekleri kaçınılmaz olarak ve ne yazık ki British Museum’a yapılan bir ziyaretle sonuçlanmak zorunda ... Çünkü Oxbridge gezim ve yenen yemekler kafamda sürüyle soru oluşturmuştu. Neden erkekler şarap, kadınlarsa su içiyordu? Neden cinsiyetlerden biri öylesine varlıklı, öbürü ise yoksuldu? Yoksulluğun kurmaca yazın üzerindeki etkisi neydi?” (29)

“Çünkü görünürde her iki erkekten biri şarkı ve şiir yazabilirken hiçbir kadının bu olağanüstü yazın alanında tek bir sözcük bile yazmamış olmasının nedeni uzun zamandır çözümlenemeyen bir bilmecedir. Kendi kendime, kadınların içinde yaşadıkları koşullar nelerdi, diye sordum...” (47)

“16. yüzyılda üstün yeteneğini şiire dökmeyi denemiş bir kızın başkalarınca önüne çıkarılmış engellerin ve zorlukların altında ne kadar ezildiğini, öte yandan kendi çelişik güdülerinin etkisinde bir o yana bir bu yana çekilip acı duyduğunu, bu yüzden beden ve akıl sağlığını yitirdiğini bilmek için ruhbilimden bir parça anlamak yeterlidir.” (56)

Woolf’un aslında burada dikkat çekmek istediği ironik bir durum söz konusudur. Yukarıda betimlenen genç kadın aslında 16. yüzyıl İngiltere’sinde yaşayan Shakespeare’in kız kardeşi de olabilirdi. Ancak, bu genç kadın ne kadar yetenekli, yazın konusunda ne kadar hevesli olursa olsun eninde sonunda gideceği kapı mutsuzluk kapısıdır bir bakıma. Kadın yazar olarak ataerkil bir toplumda var olabilme çabası türlü mutsuzlukları, hezeyanları da beraberinde getirmektedir.

Kadın yazarların bu acıklı durumu, özelikle 19. yüzyılda ciddi bir biçimde düzelse de Woolf kadın olarak bir sanatçı zihnine sahip olmanın ataerkil toplum tarafınca nasıl eleştirilere maruz kaldığından öncelikli olarak bahsetmektedir hiç şüphesiz. Ancak, değinildiği gibi 19. yüzyıla kadın hareketiyle birlikte yazın dünyasında da kadınları görünür kılmaktaydı.

“Ve böylece on dokuzuncu yüzyıla gelmiş bulunuyoruz. Ve burada ilk kez tümüyle kadınların yapıtlarına ayrılmış raflar buldum.” (74)

Ne var ki, kadınların yaşadığı sıkıntılar, ataerkil toplumun yüklediği roller, öne çıkardığı engeller, kadınların iyi bir eğitimden yoksun kalmaları gene söz konusuydu elbette. Woolf, kadınların eğitilmesi konusunda da kitapta uzun uzun tavsiyeler vermekte; onlarla bu konu hakkında ayrıntılı biçimde -ama kesinlikle otoriter bir havaya girmeden-konuşmaktadır.
Woolf, kadın ve edebiyat, kadın ve kurmaca yazın konularını elbette feminist bir yaklaşımla son derece zeki bir biçimde irdelediğinden Kendine Ait Bir Oda, bu bağlamda kadın edebiyatı, kadın kurgusu özelliklerini de içinde barındırmaktadır. Diğer yapıtlarında görülen klasik biçimi, kurguyu tersyüz etmek, kırmak ve elbette bilinç akışı tekniğini kullanmak yapıtı klasik eserlerden ve dönemin ataerkil ideolojisiyle yazılmış yapıtlardan ayrımaktadır kuşkusuz. Dahası Woolf burada sanki kadın kadına, otoriter olmayan bir konuşma havası içindedir. Bir bahar günü Oxbridge’de bir parkta dolaşırken aslında geçmişte ve gelecekte ve diğer kadınların zihinlerinde de dolaşan Woolf, feminist eleştirel bir gözle kadın ve edebiyat arasındaki ilişkiyi, kendisinin hem yazar olarak hem de kadın bir birey olarak kadınlık deneyimlerini irdelerken, aslında kadın edebiyatının varlığını bir şekilde ortaya çıkarmakta; ataerkil yazının, dolayısıyla bir ölçüde toplumun dönüştürülebileceği mesajını da vermektedir.


Sonuç olarak, yukarıda örnekler verilerek incelenmeye çalışılan her iki edebi çalışmada, gerek kadınların hayatlarına tanıklık eden ya da salt kadınlara özgü birtakım çileleri dile getiren, gerekse ataerkil yapıyı, kültürü sorgulayan bir bakış açısı gözlemlenmektedir. Hatta Woolf Kendine Ait Bir Oda’da, sorgulamaktan da öte, okurlarına kitap boyunca bir kadın yazar olmanın zorluklarından bahsetmenin yanı sıra ciddi birtakım tavsiyeler, bakış açıları da vermektedir elbette. Burada toplumu sorgulamanın bir adım ötesine; onu değiştirmeye yönelik bir çaba da hissedilmektedir. Toplumsal kimlik anlamında kadın olmak, özellikle de kadın yazar olmak birçok kısıtlamayı beraberinde getirdiğinden, kadınlar bu ikilemi ve uğradıkları bu haksızlığı gene yazı üzerinden delmeye çalışırken, görüldüğü üzere bir edebi çalışmanın kurgusuna, dile ve imgelerine de farklı yaklaşmaktadırlar. Yazar, kadın olmanın bilincini feminist-eleştirel bir gözle eserlerine yansıttığı sürece, kadın hayatlarının geçirdiği ve geçirmekte olduğu somut aşamalar, karşıtlıkların ve beklentilerin çatışmaları da farklı bir yazma ve farklı bir okuma biçimini de beraberinde getirecektir. Zira kadınlık deneyimleri de diğer büyün yaşantılar gibi yazının aslında bir nevi ham maddesidir. Kendini her şekilde kısıtlanmış hisseden, hayatının sadece başkalarına-belki büyük ölçüde çocuklarına, kocasına, yakınlarına -adayarak geçiren bir kadının eline kalem alınca salt bir iç dökme değil de bir ürün ortaya çıkarma, bir yaratma edimi ortaya koyma amacıyla yazması yukarıdaki iki örnekte de görüldüğü gibi klasik kalıplara sığmayan bir stil ortaya çıkarmaktadır: Anlatının yoğunluğu, imgelerin, sözcüklerin, cümlelerin alaşağı edilip yeniden -aslında büyük ölçüde tersten- farklı bir biçimde okunmasını sağlama, zaman-mekan bütünlüğünü parçalama, düz bir anlatıdan çok çoğunlukla bilinç akışı tekniğini kullanma ve elbette yapısökümcü bir bakışla tüm yapıyı hatta anlamı bozarak okuru afallatma, kendine getirme kadın edebiyatı denilen yazın türünün de varlığını hissettirmektedir Zira, gerek Gece Dersleri gerekse Kendine Ait Bir Oda, geleneksel kalıpların dışına çıktığından, kadın imgelerini, deneyimlerini öne çıkardığından ve hem patriarkal dile hem de patriarkal düzene karşı duruşları bakımından kadın edebiyatı, kadın yazını türüne doğru bilinçli bir ivme olarak nitlendirilebilir.

(HECE EDEBİYAT DERGİSİNİN NİSAN 2008 SAYISINDA YAYINLANAN BU YAZI, SİTEMİZDE EŞ-ZAMANLI OLARAK GÜNCELLENMİŞTİR)