İSİMLENDİRME VE İKTİDARIN MAHİYETİ
Tanım getirmek insanların kendi aralarında kurdukları ilişkide “iktidar”ın menşeini işaret eder. Her eylemde olduğu gibi tanımlamada da bir veya daha çok eyleyen ile eyleme işleminden etkilenen bulunur. Tanımlama, verili münasebetlerin inşa edildiği ve aynı zamanda onları inşa eden bir karşılıklı etkileşimdir; kısacası hem sebebi, hem de sonucu etkiler. Bir filozofa göre hayvanlar alemindeki “denge”leri belirleyici unsur yeme-yenilme hiyerarşisidir; zayıf olanın güçlü tarafından besin haline getirildiği mücadeleler hayvanların yaşam biçimlerinin temel saikidir. İnsanların birbirleriyle olan münasebetlerini belirleyen faktör ise tanımlamadır. Tarihin herhangi bir döneminde hangi hakim unsurun ya da akletme biçiminin müesses nizam kabul edildiğini öğrenmek isteyenler o dönemin “meşhur” isimlendirmelerine bakarak fikir edinebilirler. Nitekim tanımlama –ya da daha doğru tabirle isimlendirme- hakim aklın hükmetme biçimini ortaya koyduğu gibi dönemin “gerçek”lerine –hakikatlerine değil- ışık tutar. Özetle isimlendirme ve tanımlama eylemi, iktidarın kurulduğu alanın ilk adımıdır.
İktidar… İki kişi arasındaki ilişkiden devletler arası münasebetlere, toplumların etkileşiminden ticarete, tabi olanla tabi olunan arasındaki zemine, anne-çocuk, karı-koca, devlet-birey, İlah-kul münasebetine kadar çok geniş bir yelpazenin inşa edildiği düzlemin oyun kurucu ismi. İktidarın kökeni bize verili ilişkilerin işleyiş biçimi hakkında fikir verir. Çatısı altında olduğumuz –kimi zaman isteyerek, kimi zaman kerhen- “otorite” nin ne’liği ve kimliği, bizim kim’liğimiz üzerinde doğrudan belirleyici rol oynar. Hayata gözlerimizi açtığımızda babamız, annemiz ya da bizi yetiştirmeye aday olan büyüklerimiz ismimizi koyar. İsim duadır, velev ki bilelim ya da bilmeyelim. Böylece dünyaya attığımız ilk adımda “iktidar”la karşılaşırız. Dünyanın bizi yüzleştirdiği kronolojiyi takip edecek olursak; bebeklik, çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerinde hep “iktidar”ın muhatabı oluruz, kimi zaman da kendisi.
Müslüman olmak… Çoğu zaman teslimiyetin karşılığı olduğu lafzen ifade edilen ancak mahiyetine dair esaslı fikrimizin olmadığını kolaylıkla fark edebileceğimiz “ismimiz.” Allah’ın Adem aleyhisselam’a isimleri öğrettiğini Kur’an-ı Kerim’de beyan etmesi bize bir şeyler öğretmeli. İsimlendirme sayesinde yeryüzünde –hatta gökyüzünde- işgal ettiğimiz yere dair esaslı bir fikir ediniriz. Bu sayede, Müslüman olmak bize Allah’ın el-Adl isminin tezahürü olarak yerimizi bildirir. Yerimizi bildiğimiz nisbette hareketimizi anlamlı kılarız; kalkış noktası hakkında sarih bir fikri olmayan her kimse hareketini de anlamlandıramayacaktır. Müslüman olmak, bize bu sıkıntıların dışında kalmayı sadece öğütlemez, temin eder. Artık emniyetli sahadayız. Bize yaşam biçimi va’z edecek tutamak noktası olarak İslam, bu sayede hayatımıza teşrif eder. İslam’ın bir yaşam bilgisi(bir anlamıyla ideoloji), yaşam bilgilerinin tek üstün hali oluşu, ilm’le olan irtibatımızı kuvvetlendirir.
İDEOLOJİNİN ÖL(DÜRÜL)MESİ
İdeoloji kavramı dünyada izlediği seyre paralel olarak Türkiye’de de önceden oynadığı rolü terk etmiştir. Bu durumun en açık göstergelerinden biri, Türkiye’de bilhassa siyasi arenada partiler arası suçlamaların en alışılmışlarından birisinin “ideolojik davranmak” oluşudur. Esasen ideoloji kavramının, adına Soğuk Savaş denilen tartışmalı dönemin suçlama biçimlerinden biri olduğunu söylemek mümkündür. ABD’nin başını çektiği “hür dünya”nın Sovyet bloğuna yönelttiği köşeye sıkıştırıcı “itham”lardan birinin de “ideolojik davranmak” olduğunu hatırlayalım. Nitekim “Tarihin Sonu”, “İdeolojilerin Sonu”, “Siyasal İslam’ın İflası”, “Yeni Dünya Düzeni” gibi 1980 sonrası dünyasının meşhur isimlendirmelerinin peşpeşe sıralanması tesadüf değildir. Bu tavrın küresel ölçekte karşılık bulması ve/veya meşruiyet edinmesi 1980’lerin başında oluşan konjonktüre tekabül eder. “Washington Uzlaşısı olarak bilinen ve neoliberal dönemin amentüsü-manifestosu olarak kabul edilen programda finansal ve ticari serbestleşmenin yaygınlaşması, tarım politikalarına devlet desteğinin sıfıra indirilmesi, özelleştirme gibi adımların sür’atle atılması kararlaştırılmıştır. Yeni paradigma ve onun gerçekleşeceği zemin, böylece hiçbir ontolojik unsura öncelik verilmemesini sağlayacak bir forma ihtiyaç duymuştur. Bu sayede ideoloji, dünyanın aldığı biçimi hakkıyla kavrayamayanların çırpınışları mesabesinde değerlendirilir; herkesten gözlüklerini, kanılarını bir kenara bırakarak “gidişat”ın resmettiği dünyaya biat etmesi beklenir. Terry Eagleton’a göre, ideolojilerin bu denli “lanetli” hale gelmesi neticesinde hiç kimse kendi düşünme-eyleme tarzını “ideolojik” olarak isimlendirmeyecektir; bu meyanda ideoloji, onun tabiriyle “tıpkı pis kokan nefes gibi, yalnızca başkalarında bulunan bir şeydir.”
Postmodern algı, ideolojiyi iktidar’ın gerçek yapısını gizleyen bir meşruiyet kaynağı olarak tarifleyerek eleştirir. Foucault’da sembolleşen tanımlamaya göre iktidar, sadece siyasi-askeri bir güç olarak tebarüz etmez; ilişkinin olduğu her düzlemde kendisini hissettirir. İdeoloji bu çerçevede iktidarın mahiyetini hasır altı eden bir illüzyon olarak algılanır. Marksizm’de de ideolojinin kavramsallaştırılması bilhassa devletlerin başvurduğu bir soyutlama mekanizması olarak görülür. Liberalizmin iktidar anlayışına göre ise, “meşru güç tekelini elinde bulunduran” devletin bir oyun kurucu değil, düzenleyici olarak rolünü asgari mevziye çekmesi gerekir. Böylece devlet, her türlü “dar görüşlü” ideolojik tutumu benimsemekten uzak olmalı, “sistem”in işleyişine sadece düzenleyici ve tıkanıklıkları bertaraf edici bir rol oynamalıdır. Kısa cümlelerle özetlemeye çalıştığımız iktidar ve ideoloji perspektifleri, batının siyasi tarihi göz önünde bulundurularak düşünüldüğünde, birbirlerine rakip olarak varlıklarını sürdürdükleri düşünülen “ideoloji”lerin perspektiflerinde bazı ortak noktalarla tariflenir. Nitekim batı tarihi, -indirgemeci tanımlamalardan kaçınmakla birlikte- bir rekabet tarihidir. Kilise-serf-feodal beyler, Kilise-devlet, devlet-vatandaş ilişkileri hep rekabet ve adavet ikilisinin zorlamasıyla şekillenen münasabetlerdir. “Batı’nın kazanımları” olarak lanse edilen kavramların tarihi de önemli ölçüde bu rekabetin neticesinde ortaya çıkmıştır. Batı’da sivil toplumun ve medeniyetin ortaya çıkışı da, şehir yaşamının oluşması da karşıt unsurların çekişmesinden doğan bir güvensizlik tarihidir. Doğrudan konumuz olmasa da, Hıristiyanlığın Avrupa’da geçirdiği merhaleler, Kilise’nin batı devlet tecrübesine eklemlenmesi, güçlenmesi ve düşüşü gibi gelişmeler de aynı zihniyetin farklı tezahürleridir. Avrupa’nın Hıristiyanlaşması, Hıristiyanlığın Avrupalılaşması söz konusu rekabetler-pazarlıklar sonucu teşekkül etmiştir.
İSLAM VE İKTİDAR
İslam tarihinde cereyan eden hadiseler ise farklı dinamikler tarafından şekillenmiştir. Kuvvetli ve dirayetli bir idare ile “Sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz” hükmü ile birlikte, iktidarın bir tahakküm ve istismar biçimine dönüşmesini engelleyen bir yapı mevcuttur. “Dava”sından vazgeçmesi karşılığında en güzel kadınların, reisliğin teklif edildiği Hazreti Peygamber’in kesin bir dille bunu reddetmesi, karşısında titreyen bir bedeviye “Titremene lüzum yok. Ben kral değilim, Kureyş’li kuru et yiyen bir kadının oğluyum” deyişi gibi pek çok örnek bize iktidarın hakkaniyet ölçülerini göstermede mühim rol oynar. Dolayısıyla, özellikle Miladi V.- XVI. Yüzyıllar arasında Avrupa ve Ortadoğu’nun bazı bölgelerinde gücünü hissettiren ve konjonktüre göre pozisyon alan Kilise tecrübesinin istismara-pragmatizme meyyal tutumu İslam tecrübesinde görülmez. Otoritenin İslam’ı da tekeline almaya gayret ederek zulme dönüştüğü dönemlerin yaşandığı bir gerçek; ancak böyle dönemlerde otoritenin baskısından ve İslam’a mugayir fiillerinden salim kalmak isteyen Müslümanlar başta mezheplerin müesses hale gelmesi ve tasavvuf olmak üzere bazı tavırlar geliştirmişlerdir. Hatta Mescid-i Nebevi’nin direklerini saymaktan ibaret de olsa Emevi idaresinin baskılarına rağmen resmi görev almavan ve bu uğurda büyük işkencelere maruz kalan İmam-ı Azam Ebu Hanife, Kur’an-ı Kerim’in mahluk olduğunu söylemesini emreden otoriteye karşı geldiği için ciddi miktarda fiziki işkence gören Ahmet bin Hanbel, Medine’de deve sırtına binmeyi hürmetsizlik addeden İmam Malik gibi isimlerin mezhep imamları olmaları calib-i dikkattir. Bu sayede İslam aleminde, batı aleminde görülenin ve dile getirilenin aksine gerçek anlamda “sivil” bir inisiyatif, idarelerin istismar ettiği alandan kaçırılabilmiştir. Abbasi dönemlerinin sonlarına doğru, İslam coğrafyasının bir çok yerine yayılmış bulunan fütüvvet teşkilatlarının devlet otoritesine ilhak çabaları devlet-“sivil” ayrımını kimi zaman güçleştirse de, Müslümanlar manipüle edilmemiş bir hakikat sahasını elde etmeyi ve onu müdafaayı bir şekilde başarmışlardır.
İslam tarihinde tabi-metbu ilişkisi Emevi, Abbasi, Memlük, Osmanlı tecrübeleri gibi zaman dilimlerinde bazı farklılıklar ve benzerlikler göstermişlerdir; İslamcılık sadedinde aklımızda tutmamız gereken şeylerden bazılarını dile getireceğiz. Müslüman kalabilmek, doğrudan doğruya Kur’an ve Sünnet’in gerektirdiklerini yerine getirebilmek ve bunu hayatın her alanına parçalanmamış bir bütün olarak aksettirmeyi te’min etmesi sebebiyle adaletin gerçekleştirilebileceği yegane tutamak noktası haline gelir. Adalet “her şeyin yerli yerince olması” demektir. İktidar etmede zaaf ve aşırılık adaletsizliktir.
Osmanlı tecrübesi, ele alınabilecek pek çok yönünün yanında din-devlet-millet ilişkisini devletin zaafa uğramayacağı düşünülen tercihler skalası açısından göze çarpar. Yani dinin ve milletin ancak devlet otoritesine halel getirmeyecek ölçüde harekete geçirilmesi hedeflenmiştir. Söz gelimi Fatih Sultan Mehmet’in 1500 Ermeni’yi İstanbul’un fethinden sonra yeni payitahta yerleştirmesi ve yeni ticari hayatta bu kişilerin etkin rol oynaması, ayrıca Gregoryen Kilisesi’ne tanınan büyük imtiyazlar, Kanuni’nin para vakıfları mes’elesinde Ebussuud Efendi- İmam Birgivi münakaşası olarak bilinen hususta Ebussuud Efendi’nin fikrini devlet uygulaması haline getirmesi gibi bir çok uygulama “otorite” tercihinin aşikar göstergelerindendir. Bütün bunların dini bir dille gerekçelendirildiğini unutmayalım; ancak güçlü Osmanlı merkezi idaresinin bu tutumları halkın ve kimi ulemanın farklı pozisyonlar almasını engellememiştir. Buraya kadar keskin çizgilerle “devlet İslamı-millet İslamı” ayrımı yapıldığı sonucu çıkarılmamalıdır. Fetihlerle küfrü dize getirebilmeyi başardığı ve görece adil bir iç nizamın tesis edildiği dönemler süresince merkezi idareyle müsbet münasebetler kuran millet, bir yandan da kendine mahsus tutumlar geliştirmeyi sürdürmüştür. Gayrimüslim ülkelerin diplomatik temsilcilerini koruyan askerlere atfen “domuz çobanı”, modernleşme çabalarının zirveye vardığı dönemin padişahı olan II. Mahmud’a “gavur padişah” isimlerini yakıştıran “millet”, hareket alanı bulabildiği ölçüde tavrını tebarüz ettirebilmiştir. Niğbolu Savaşı’nda büyük bir bozguna uğramak üzereyken, ordunun geri hizmet birliğini oluşturan hademe, seyis, mutfak sorumlusu gibi unsurların karşı koyması ile tarihte eşi benzeri görülmemiş bir zafer kazanılmıştır. Yani “devlet”in mağlup olduğu savaştan millet galibiyetle ayrılmıştır.
Lisan ile olan irtibatımızı kaybetmek hususunda en büyük “hamle”yi yaptığımız harf inkılabından beri merkez-temerküz kelimelerinin zihnimizle olan irtibatı ve bunun hayatımıza akisleri hususunda çok daha az bilgiye sahibiz. Nitekim dönemin “iktidar”ı kendi tanım skalası mucibince “eski harfler”in atılarak yerine muasır medeniyetlerin hurufunu getirmeyi büyük bir vazife bildi. Bu hususta beklenen “başarı”nın elde edildiğini evvelemirde bahsini açtığımız tanımlama-isimlendirme mes’elesinde göstermeye çalıştık.
Esasen tanımlama “kriz”imiz daha eskilere gider; Fransız İhtilali’nin bilhassa Tanzimat sonrası Türk topraklarında nasıl anlaşılması gerektiği hususu ve gittikçe derinleşen “güvenlik” kaygıları Osmanlı aydınlarını bir tercüme-ithal krizine sevk etti. Bu dönemde Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa, Şinasi, Ahmet Cevdet Paşa gibi isimlerin yazılarına bakacak olursak devlet, ümmet, millet, medeniyet, teknik gibi mühim mefhumların nasıl anlaşılması gerektiği mevzuu önemli bir yer tutmaktaydı. Reel politiğin hızlı gündemi bu isimlere de, haleflerinin önemli bir kısmına da sağlam bir tartışma zemini temin etmeyi zorlaştırmıştır. Zemin probleminin farklı tezahürlerine ve etkilerine yazımızın ilerleyen bölümlerinde temas edeceğiz.
TEZAHÜRLERİ VE İMKANLARIYLA İSLAMCILIK
Bütün bunların İslamcılıkla ilgisi nedir? İslamcılar nasıl insanlardır, öncelikleri nelerdir, hayata baktıkları düşünülen İslam pencereleri hakkındaki pozisyonları hangi çerçevededir, muhafazakarlık, liberalizm, neoliberalizm, sağ, sol, Marksizm gibi tutum-ideolojilerden hangisi veya hangileriyle irtibatı-ayrışması söz konusudur? Bütün bu sorular ve burada zikredilmeyen başka sorular kuşkusuz önemlidir; ancak İslamcılık sadedinde vüzuha kavuşturulması gereken şey İslamcılığın muhtelif tanımlarına vakıf olmak değil, onun hangi bakımlardan “biz”e mühimmat temin ettiğinin bilincinde olmaktır.
Modern tarihin netameli bir bölümünde bazı insanlar kendilerine ve başka insanlar da bazılarına “İslamcı” dediyse bunun pek çok gerekçesi var. İslamcılık azımsanmayacak sayıda fazla kişi tarafından moderniteyle tenakuz oluşturmayan bir seyre tabi tutulduysa bunun sebebi İsmail Kara’nın tabiriyle “mes’elelere acil çözüm bulmak kaygısı”ydı. Demek ki İslamcılık, her şeyden önce bir zaruret atmosferinin üzerinde hareket eden bir düşünce biçimi olarak doğmuştur. İslamcılık-modernite ilişkisini akıldan çıkarmamakla birlikte, “biz”e yardımcı olduğu esas alanın vatan şuuru olduğunu hatırlayalım. İkinci seferdir biz kelimesini tırnak içinde kullanıyorum; çünkü biz’in mahiyetini İslami hassasiyetlere sadakat gösteren insanlar anlamlı hale getirdiler. Mehmet Akif’in Milli Marş Şairi olması tesadüf değildir, Birinci Meclis Burdur Meb’usluğu döneminde meslek hanesinin altında “İslam Şairi” ibaresinin yazılı oluşunun tesadüf olmadığı gibi… Türkiye’de bilhassa İslamcılık ve İslamcılar olarak bilinen şair-düşünürlerin vatan, millet, devlet gibi kavramlara yükledikleri anlam, Fransız İhtilali sayesinde gündeme gelen state, patriot, nation kavramlarının tercümesi değildir. Şüphesiz İslamcılar ulusçuluk hareketleri, batı teknolojisi ve Avrupa merkezli demokrasi teorilerinden etkilenmiş ve gündemlerini kimi zaman bu çerçevenin sunduğu olanaklar muvacehesinde belirlemişlerdir. Ancak Akif’e:
“Müslüman mülkünü her yerde felaket vurdu
Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu
Bu da çiğnendi mi çiğnendi demek şer’i mübin
Hak’sar eyleme Ya Rab, onu olsun, Amin”
Dedirten toprak parçası, küfr ile iman zıtlığının itikadi, askeri, iktisadi ve sosyal anlamda en çetin bir şekilde yaşandığı topraklardır. Aynı şuur, Namık Kemal’e
“Hakir olduysa millet, şanına noksan gelir sanma
Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr-ü kıymetten”
dedirtir. Altını çizmek istediğimiz husus, İslamcılığın öncülediği hususun bir vatan tasavvuruna dayanarak ve bunu muayyen bir toprak parçasında, küfre karşı durarak mevcudiyetini sürdürdüğüdür. İslamcılık, birçoğumuzun fazlasıyla işittiğimiz ve okuduğumuz gibi batı tekniğini “hakikat dairesi”ne dahil edip batı ahlakını ve yaşam biçimini dışta bırakmayı salık veren bir çizgide konumlanmıştır denilebilir. Bilhassa Osmanlı’nın son dönem mütefekkirlerinin bu çerçevede hareket ettiklerini göz önünde bulunduracak olursak, ilk dönem İslamcıların “zaruret”leri öncüleyerek kavramsal hesaplaşmayı yeterince önemsemediklerini, daha iyimser bir yaklaşımla “ertelediklerini” söyleyebiliriz. Tasniflerde “modernist” yönüyle de değerlendirilen ve Afgani-Abduh çizgisiyle irtibatı bulunan –bu irtibatın mahiyeti hakkında tartışmalar olmakla birlikte- Mehmet Akif’in, batı tekniğine ve düzenli yapısal özelliklerine oldukça olumlu bir mana atfettiğini biliyoruz. Ancak aynı Mehmet Akif’in, İstiklal Marşı’nda “medeniyet”i “tek dişi kalmış canavar”, başka şiirlerinde “yüzsüz” gibi sıfatlarla tavsif etmesi manidardır. Ayrıca I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefiki olmasına rağmen, Kudüs’ün savaşta düşman İngilizlerin eline geçtiği haberini alan Almanya’nın Berlin şehrinde “Hilal haça kavuştu” sloganlarıyla büyük bir coşku yaşandığını öfkeyle ve bir parça hayal kırıklığıyla dile getiren de Akif’in kendisidir. Küfrün İslam’la ve Müslümanlarla varoluşsal mücadelesi olduğu gerçeğini Namık Kemal’in de Rodos ve Kıbrıs tecrübeleri döneminde müşahade ettiğini belirtelim. Bilhassa bir milli mutabakat metni olarak İstiklal Marşı, dönemin İslamcılık düşüncesinin manifestosu ve kurucu unsuru olarak değerlendirilebilecek bir vasıftadır.
Cumhuriyet tecrübesinin İslam’ı karşısına alarak yeni bir İslam kodlaması dikte etmesi, İslamcılık düşüncesini önemli bir yapısal değişikliğe uğrattı. “Vatanın kurtarılması”nın gerçekleşmesi akabinde İstiklal Harbi’ni mobilize eden akletme biçiminin rafa kaldırılması ve dönemin İslami atmosferinin tamamıyla tersine çevrilmesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması, İslam harflerinin ilga edilerek Latin alfabesinin kabul edilmesi gibi bir çok gelişme, İslamcılığın bir fikir hareketi olarak varlığını neredeyse ortadan kaldırdı. Günümüze kadar gelen salt kültüralist İslamcılıkların kökenlerinden biri de bu tecrübedir. Kısaca Kemalizm diyerek meramımızı ifade edebileceğimiz yeni paradigma, bir yönüyle Osmanlı modernleşmesinin halefi olarak kabul edilebilse de “haddini bilen”, hiçbir enternasyonel iddiası olmayan ve her türlü beynelmilelciliği kötüleyen, kısacası Hilafet, Türk Dünyası gibi düşünceleri sertçe tasfiye etmesi yönüyle kabuğuna çekilmiş bir dönüşümü ifade eder. Şerif Mardin’e göre kültürel temelleri ve kitlelerden rıza devşirme kabiliyeti oldukça zayıf olan Kemalist yönetim modeli, İslamcılığın moderniteyle hesaplaşmasını hakkıyla tamamlayamadan yeni bir aktör olarak sahneye çıkmıştır.
1924 öncesi Türkiye İslamcılığı, İslam’ın hem bir itikadi zenginlik, hem de siyasi güç olarak temerküz ettiği topraklar olma iddiasını dillendirmekteydi. İsmet Özel’in “milli davamız beynelmileldir” cümlesini hatırda tutacak olursak, İslami ıstılahın mühim kelimelerinden olan millilik vurgusu, Türkiye’nin İslam dünyasının yegane ümidi olduğunun altını çizen bir çizgideydi. 1960 sonrası Türkiye’nin ve dünyada yaşanan siyasi-sosyal gelişmelerin etkisiyle milli’den beynelmilel’e doğru seyreden çizgi tersine döndü. Beynelmilel’den milli’ye hareket eden bir yol iddiası, bilhassa İslam dünyasından yapılan çeviriler ve sosyalist hareketlerin “merkezsiz” ulus-ötesi iddiasıyla geçişmeler yaşadı. 1960 öncesi “millet” denildiğinde kastedilen şey ile, 60 sonrası kastedilen artık farklıydı: İslamcılığın mekan tasavvurunda önemli bir değişiklik meydana geldi. Kronolojik olarak ifade edilecek olursa, SSCB’nin Çekoslovakya ve ABD’nin Vietnam’ı işgali, “Üçüncü Dünya Ülkeleri”nin sömürge savaşları, Türkiye’de Siyasal İslam’ın yükselişi, Filistin sorunu, Rusya’nın Afganistan’ı işgali, İran devrimi gibi gelişmeler, Türkiye’de İslam meselesini bir ölçüde dışsallaştırdı. Bu dönemde merkez olma ve bir merkez’e aidiyet hissetme düşüncesi, İslamcılığın yoğun olarak gündemini işgal eden bir hal almaktan çıktı. Hilafetin bir kültürel zenginlik olarak dahi konuşulmasının yasak olduğu bir dönemde aksinin gerçekleşmesi zor görünüyordu. Ayrıca dönemin bir çok İslamcı yazarı, mesailerinin en önemli kısmını kimi çoğu zaman örtük, kimi zaman da açıkça Kemalizme yöneltiyorlardı.
Önceki bölümde ifade ettiğimiz ve yakın dönem İslamcılık tartışmalarında tekrar belirteceğimiz kültüralist İslamcılar, kavramsal bir hesaplaşma ve dünya sistemi algısından ziyade “görünen düşman” Kemalizmi hedef tahtasına oturmak suretiyle muhalefetlerinin temel çerçevesini çizdiler. Komünizmin yükselişi, Kemalist değişikliklerin önemli kırılmalara sebep oluşunun bariz hale gelmesi gibi gelişmelerin de etkisiyle İslamcılık düşüncesi muhafazakarlık-sağ düşünceyle kimi zaman örtüşen bir çizgi takip etti. Tarihsel olanın (Kemalizm) kötülenmesi, yerine başka bir tarihselliğin ikame edilmesi (Osmanlıcılık) ile sonuçlanınca İslamcılık gittikçe söylemsel bir pozisyona sürüklendi.
Türkiye’de 70’li yıllarda köyden kente göçlerin büyük bir sür’at kazanması, bunun doğuracağı sosyal patlamada duyulan tedirginlik, dünya petrol buhranı, Afganistan işgali, İran devrimi, göçler sonrası bilhassa yeni kentlilerin sağ-sol çatışmalarında aldıkları (almaya zorlandıkları) pozisyonların da etkisiyle meydana gelen 12 Eylül darbesi, Türkiye’nin halen etkileri süren bir yöne evrilmesini kolaylaştırdı. Çok uluslu şirketlerin ivme kazanması, teknoloji ve üretim alanında meydana gelen hadiseler, Yeşil Kuşak teorisi, çevreleme politikası gibi uluslar arası gelişmeleri de hesaba kattığımızda, Türkiye’nin yerini tespit etmek kolaylaşmaktadır. Nitekim halkı Müslüman olan bir çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de köyden kente göç eden insanların aidiyetleri yeni şehri, yeni şehirli insanı doğururken, tarımda sübvansiyonların neredeyse sıfıra indirilmesi, bu yolla göçlerin trajik artışı, “devlet ticarete karışmaz” sloganıyla özetlenen akletme biçiminin yaygınlaşmasıyla paralel olarak ilerlemiştir.
İSLAMCILIĞIN KISA TARİHİ SERÜVENİ VE SİYASAL İSLAM
“Bir işin gereği olan güç, o işle beraberdir, fiilden evvel bir güç yoktur. Kudret; yapılan işle eş olarak gelmektedir.” İmam Rabbani
İslamcılık açısından tartışılması gereken şeylerden biri, ilk bölümde üzerinde durmaya çalıştığımız kavramsal hesaplaşmanın hakkıyla yerine getirilip getirilmediğidir. Tarihsel sürecin değerlendirilmesi ayrı bir çalışmanın konusudur; ancak üç temel kırılmanın İslamcılığın yönünü tayin ettiğini söylemek mümkündür. Modernleşmenin bir devlet politikası haline gelmesi, Cumhuriyet tecrübesinin tasavvurları ve Türkiye’de yaşayan Müslümanlar üzerinde sebep olduğu etkiler, 1960’lı yıllarda Marksizmin ve 1980’li yıllarda İslam dünyasından yapılan çevirilerin İslamcılık üzerindeki te’siri gibi sebeplerle İslamcılık gerçek bir sorgulama mekanizmasını devreye sokamamış, bir “zümre” yetiştirememiştir.
Siyasal İslam, Türkiye’de dünya sisteminin ve iç statükonun imkanları çerçevesinde devreye girmekle birlikte bir “çıkış kapısı” olabilmeyi başaramamış, gerçek anlamda bir hesaplaşmayı devreye sokamamıştır. Bunun en önemli sebeplerinden biri, Türkiye’deki reel politik zeminin “hassas” olduğunun öne sürülerek hakikatin ve doğruyu yerine getirmenin “ileriki zamanların” işi olduğu düşüncesinin yerleşmesidir. Siyaset öncelikle fiziki gücün ele geçirilmesi, sonra hakkın tecelli edilmesi olarak kodlanması sebebiyle “rövanşist” olmaktan ziyade “doğal” sınırlarını netleştirmekten imtina eden bir uzlaşı hareketine dönüşmüştür. “Güzel günler”in gelebilmesi için merkezini, zeminini ve tasavvurlarını tebarüz ettirmeyen siyasal İslam, bir mağlubiyet psikolojisi olarak devreye girmiş, bu sebeple mücadelesini hep indirgeyici akıl üzerinden kurgulamıştır. Müslüman olmanın bir bilgi üstünlüğünü elde tutmak, bu bilginin sağladığı şuuru itikadi zenginliğe dönüştürmek, bu zenginliği hayatın merkezine yerleştirerek Allah-u Teala’ya teslimiyete inkılap ettirmek olduğu adeta bir kenara bırakılarak, her keskin virajda mütehakkim (ya da mütegallibe) unsurlarla diplomasi masasına oturulmuştur. Doğru’nun çeşitli zamanlarda tahakkuk etmeyebileceği fikri Siyasal İslam’ın mühim hamlelerinden birisi olmuş, geniş kitlelerin gayri İslami anlayışlara intikal etmesinde oldukça önemli bir rol oynamıştır. Nitekim her kim “iyilik yapmak”tan, hatta sadece “kötülük yapmamak”tan bahsetse onu “dünyanın gerçeklerini bilmeyen” insan olarak yaftalamak, gündemimize Siyasal İslam’ın açtığı kanaldan girmiştir. Kısacası Siyasal İslam, Hıristiyan düşüncesinin tasavvuru olan Tanrı’nın alemi yarattıktan sonra işleyişe müdahil olmadığı fikrini farkında olarak ya da olmayarak bir ölçüde devreye sokmuştur. Allah’ın iradesinin an be an hadiseler üzerinde tecelli ettiğini kavrayamamak ve şartları ilah edinmek, modern zamanın putlarından biridir. Lakin her put gibi o da bu dünyada mazeret, ahirette de kurtarıcı olmaktan uzaktır.
BİR VE “TEK” İMKAN OLARAK İSLAMCILIK
Bütün “suç”u Siyasal İslam’a atıp kurtulmalı mı? Sürekli olarak, “önden gidenler”in hatalarını dile getirerek kolaya mı kaçmalı? Siyasal İslam’ı eleştiren, günümüz politik zeminini zemmeden insanlar ne yapmalı? Oturduğumuz yerde salt eleştirel pozisyon almakla ne değişir? Siyasal İslam bir şeylerin sebebi olduğu kadar, sonucudur da. Eğer Müslümanların mücadelesi başörtülü kızların üniversitelerde eğitim görebilmelerini insan hakları kavramı üzerinden müdafaa etmeleri derekesine düştüyse bu durumun çelişkisini birkaç kişinin günahı olarak özetlemek ancak konformizm olsa gerektir. “Herkes hesaplaşmasını korkusuzca yapmalıdır” dendikte mes’eleleri dışımızda gelişen hadiselerin başımıza açtığı musibetler olarak görmekten fayda sağlamayız.
İslamcılığın bir imkan olarak konuşulabilmesi, bu yazının başından beri gayret edildiği veçhile doğru tesbiti yapabilmiş olmaktan geçer. Doğru tesbiti yapmak, her şeyden önce yanlış tesbiti yapmamak, ilk olarak “la” diyebilmekten geçer. İslamcılığın imkanı, “la” diyebilen ve söylediğini hayatına intikal ettirebilen tek yaşam biçiminin İslam oluşunda saklıdır. Büyük teoriler, yapılar, organizasyonlar bize her daim bir “devlet aklı”yla düşünmemizi salık verir. Allah’ın iradesine hakkıyla teslim olmayan her kim varsa hepsi, işaret edilen yanlışlara düşülmesinin sebebini “o yanlışı daha büyük yanlışları engellemek için yaptık” diye cevaplarlar. Yanlışlar arasında tercih yapmanın yanlış olduğunu bilerek İslam dairesinde kalırız. Çünkü Müslüman olmak, her zaman ve her mekanda kafir olmamanın kıyamete kadar mümkün olduğunun bilinmesini gerektirir. Yanlışların toplamından doğru tedarik etmek imkansızdır. Bizi kuşatan “yarı-doğru”ların yanlışla olan irtibatını keşfetmek zaruridir.
Weber, kapitalizmin diğer sistemlerden farkını anlatırken, kapitalizmin en önemli özelliklerinden birinin “hesaplama” mantığı olduğunu söyler. Buna göre karını hesaplayan ve bir sonraki adımda neler olabileceğini tahmin etmeye çalışan kapitalistler, öngörülebilir bir dünyanın varlığına inanmışlardır. Dünyayı şablonlar üzerinden algılayan bu bakış, dünyanın bir çok bölgesinde, dini ve kültürü fark etmeksizin bir çok insan açısından belirleyici olagelmiştir. Bir sonraki adımda neyin gerçekleşeceğinin kesin bilineceğine olan inanç, Müslümanların kader tasavvuruna bilhassa moderniteyle yüzleşme sonrasında önemli bir etkide bulunmuştur. Geç dönem Osmanlı düşüncesine damgasını vuran “terakki” fikri, Cumhuriyet tecrübesiyle gündemimize gelen “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma”, İslamcı düşünceyi de belli ölçülerde etkisi altına alan teknik-ahlak ayrımları bir şekilde bahsettiğimiz “hesaplayıcı” zihniyetin tezahürleridir.
Kötüler arasında bir tercih yapmak zorunda hissettiğimiz zaman tuzağa düştüğümüz ilk adımı attığımızı fark etmeliyiz. Kendisine İslamcı diyen insanlar, İslam’ın bir yaşam ve ölüm biçimi olduğunu hatırlarından çıkartırlarsa Yaşatan’ı ve Öldüren’i yanlış tasavvur etmiş olurlar. Allah Resulü’nün “Ya Rabbi, beni bir an olsun nefsimle baş başa bırakma” dediği bir dünya hayatında kendinden emin olmaktan imtina etmek zaruridir.
İslam bir bakıştır. İslam’ın baktığı yerden görmek isteyen her kimse, bunun bütüncül yapısını kavramakla yükümlüdür. İtikat, amel, ticaret, siyaset, sanat ve tefekkürün iç içe yoğrulduğu, birinin ötekini inşa ettiği bir birliktelikten bahsedebilmesi anlamıyla İslamcılık, Türkiye’nin ve insanlığın önündeki tek imkan olma durumunu sürdürecektir. Yegane imkan, küfürle imanın asla bir sinede, bir siyaset biçiminde ve yaşam tarzında bir arada bulunamayacağının keşfedilmesindedir. Küfrün de bazı üstün vasıfları olabileceğini düşünerek çıktığımız hiçbir yolculukta maksada ulaşmamız mümkün olmayacaktır. Kemalatın kem alat ile mümkün olamayacağını bilmeliyiz.
Yazıda ifade ettiğimiz vatan tasavvurunun hayati rolünü hatrımızda tutmak zorundayız. Nitekim Türkiye bütün çalkantılı tarihine, kırılmalarına, hayal kırıklıklarına rağmen doğrudan müstemleke olmayan ve tarihinin belli bir döneminde dünya sistemi sayesinde değil, dünya sistemine rağmen varlığını tecessüm ettirebilmiş tek toprak parçası olma özelliğini sürdürmektedir. Gerek son dönem Osmanlı İmparatorluğu bakiyesinin, gerekse Cumhuriyet Türkiye’sinin uzlaşma ve kayıpları had safhadadır; hatta bazı yönleriyle eski Müslüman sömürge ülkelerden daha zor duruma düştüğü söylenebilir; ancak İstiklal Harbi sonrası meydana gelen imkanların halen tüketilememiş olması yadsınamayacak önemdedir. Avrupa’da meydana gelen Reform, Rönesans ve Aydınlanma tecrübelerinin,İslam’a ve onun sancaktarlığını yapan millet(ümmet) hayatına karşı Batı’nın bulduğu bir “çare” olduğunu gören her Müslümanın fark etmesi gereken şey, tarihle “şanlı mazi” irtibatı kurmaktan ziyade neyin tevarüs edilmesi gerektiğinin anlaşılmasıdır. Bu gerçeğin kavranması, küfür-iman zıtlığı, lisan, şiir, mimari, kadın-erkek ilişkileri, Müslüman’ın “iktidar”la imtihanı hususunda selefin gösterdiği tavrın bu topraklarda nasıl bir ifade biçimine kavuştuğunun fehmedilmesiyle mümkündür.
Kitlelerin hatalarını meşrulaştırmak yanlıştır; ancak havass’ın avam’dan üstünlüğünün olmadığı bir düzlemde kitlelerin mühim hareketler doğuracağını beklemek haksızlık olur. Bu satırların yazarı, bu noktaya kadar yazısını okuma sabrını gösterebilmiş insanların avam-havass ayrımından belli belirsiz bir rahatsızlık duyduklarının farkındadır. Ancak Müslümanca bir hayatın mümkün olması, doğması ve yeşermesi için “elini taşın altına sokanlar”ın kendisine benzenebilecek insanlar olması şarttır. “Seçkin” bir zümre yetişmelidir. Seçkinlik bizi seçkinciliğe götüren bir şey olmaktan ziyade, her koşulda Müslümanca yaşama gözüpekliğini gösterebilen insanların varlığına duyduğumuz özlemi ve ihtiyacı hatırlatması gereken bir şeydir. Bu zümre, öncelikle kayıplar hanesini tesbitle işe başlamalıdır. Kayıplara buğzu elden bırakmadan başlanacak bu hatırlama eylemi için ihtiyaç duyulan şey entelektüel derinlik değildir. Şüphesiz ki meselelerin aslına vakıf olmak için malumat sahibi olmak gerekir; ancak mü’min ferasetinin tezahür edebilmesi evvelemirde Allah’tan başka hiçbir varlığa teslimiyet gösterilmeyeceğinin kabulüdür. Allah akıl baliğ olan her müslümana talip olduğunda idrak edebilecek seviye tutturabilmesini sağlama imkanı vermiştir; ancak özel tavırlar gösterebilmek herkesin nasibi olmasa gerektir. Müslümanca bir yaşayışın mümkün ve muhakkak olduğunun gösterilebilmesi durumunda insanlar gerçekte neye benzemeleri gerektiği konusunda sarahate kavuşabileceklerdir. Herşeye rağmen, bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç, tabi olunacak insan bulamamayı mazeret olarak öne sürmek olmamalıdır. Aynaya baktığımızda bulamadığımızı başka insanlarda bulamayınca onları suçlamak, İslamcılığın imkanlarını bertaraf eder.