Tedkikat-ı Edebiye
“Hayat-ı Muhayyel” Muharriri
Cahid’in şu üç senelik edebiyat hayatında iki ayrı safha vardır ki eserlerini benim kadar dikkatle takip edenlerin ister istemez bunu fark etmiş olmaları gerekir. Bana üç yüz on iki yazında müsvedde olarak okumak için verdiği “Laktenis” başta olduğu halde birikip öbür sene Servet-i Fünûn’umuza sıralı olmayan bir surette giren ilk hikâyeleri, sonradan yazdıkça artık sıra ile yayınlanan diğer eserleri iki kısma ayrılabilir, fakat aradaki değişim safhalarını göstermek şartıyla bunların birbirine külliyen muhalif olmadıkları görülebilir. Filhakika bunlarda öyle alametler vardır ki hem birinci hem ikinci safhaya aittir.
Cahid ilk eserlerinde psikolojizmin natüralizme çok meftun olmuş bir talebesi gibi görünür; hararet ve heyecanı az, bunu var gibi göstermek arzusu çok talebe… Haşin bir determinist, ziyadesiyle yalnızlığı seven ve kuru olduğundan o eserlerde aranılırsa sağlam bir heyecan hamlesine nadir rast gelinir; romantiklerle alay ediyor gibidir, ve bunu mahsus yapıyor zannolunur; bu eserlerde görülen hararet ve heyecan izleri samimiyet korkusu vermez. Bir heyecan hissettirmek ve ifade etmek istediği yerlerde bile insana ait kötü hallerin tasvirine meyleder. Bazı eserleri, o zaman yayınlanmış olan başka muharrirlerin hikâyelerindeki yoğun duygulara ve coşkun heyecanlara zıddolsun diye söylenmiş gibidir. “Mis Heri” deki ateşli hayal ve şiir, kızın en hararetli sözlerine oradaki gencin verdiği cevaplar… İşte Cahid’in hayatın bütün şairane heyecanlarını anlama tarzı bundan ibarettir. Şiire, hülyaya aleni bir muhalefet, onda akıl ile kalp kaslarını faydasız bırakacak kadar faaldir. “Hayal İçinde” romanının kahramanı, bu tecrübesizlik kurbanı Nezih’in bütün hâlleri göz önüne getirilmeli. Nezih mesela Büyük Ada’da Marmara’nın geniş ve büyük ve manzarasına hâkim bir tepeye çıkıyor da oradan ruhu titretecek hiçbir güzellik göremiyor. Nezih’in sevdasını tetkik edenler bu sevdada kalp yerine, duygulanmalar yerine düşünceyi, içgüdüyü bulurlar. Onunki bir aşktan öte bir gençlik çevikliği arzusu idi.
İşte ilk eserlerinde mükemmel olmak için yalnız bu, nasıl diyeyim bilmem, bir kuruluk, bir şiirsizlik vardır. Sade, tahlil yeteneği ile gözlem kabiliyeti ve tasvirleri hayat ve insanlar hakkında son derece tecrübelerin verdiği kötü bakışlarla birleşerek bu eserleri meydana getiren hâlet-i ruhiyeyi teşkil ediyordu.
Fakat eserler sırasıyla yayınlandıkça bu ilk eğilimlerine yavaş yavaş değişerek tutulduğu görüldü; şu değişim var olan yazılarının karar kılması ve kesinlik kazanmasıyla değil, belki onların çözülüp dağılması suretiyle vaki oluyordu. Ona da bir hüzün ve şairane gerçek bir heyecan gelmeye, belki hayatında birkaç hayal kırıklığı ve hülya sebebiyle bu kadar kuruyan ruhunun bir gün, bilme nasıl bir tesir ile sanki uyuşmadığı görüldü. Titremeyen bir ciddiyetle parlayan gözlerinde bir gün yaşlar gördük. Kalbinde beşeriyete karşı evvelki gayz ve husumete bedel azim bir merhamet, nihayetsiz bir şefkat peyda oldu. İşte o zaman his ve heyecana, gözyaşı ve muhabbete tamamen açılmış olan bir ruh, -zaten bütün sanatın sırlarına mâlik olduğu için- birden bütün şairaneliğin güzelliklerine sahip olmuş bulundu. Bu gücün sırlarıyla kalbinin heyecanlarını ziyadan kotararak duygu ve düşüncelerini hakkıyla kaydetmeye, hiçbir an heyecanını zayi etmemeye muktedir oldu. İşte son eserlerindeki mükemmeliyetin, mükemmeliyet-i hakikiyenin sebepleri budur. Fakat o kadar ciddi ve metin, o kadar müessir olması lâzım gelen eski ruh halini böyle dağıtabilmek için gayet ciddi, azametli, esasî olması lâzım gelen sebepler nedir acaba?
Bunu eserin tetkikiyle anlayabiliriz: İşte onlar da basıldı, bir kitap oldu; “Hayat-ı Muhayyel” Cahid’in ötede beride, en büyük kısmı Servet-i Fünun’da basılan bütün küçük hikâyelerini içinde barındıran bir kitaptır ki âdet olduğu üzere ilk hikâyenin ismini almıştır. Bu hikâyelerin içinde öyleleri var ki sahih edebiyat meftunlarınca bugünkü edebiyatın en güzel sayfalarını teşkil eder; işte “Görücü”, işte “Bir Münasebet”, işte “Kanto, Bir Perde”, işte bir kalemin bazen bir fırça olabileceğini ispat eden “Köy Düğünü”.
Ah bunlardan bahsetmek istediğim zaman neler yazmak tasavvur ediyordum; bir kere “Bu eserler hakkındaki düşünme gücünün kusursuzluğu, ifadelerin sağlamlığı, üslubun akıcılığı…” tarzında saçmalarla meşgul olmayacaktım. Bu eserleri inceleyerek yazarının ruhunu görmek istiyordum. Bir eserden bir hayat görülür, bir tasvir bir ruh hali olduğu gibi bir eser de hayatın tasviri olduğundan ayniyle bir ruh halidir. Eserden, eserin sahibine geçerek, Cahid’in bu vesileyle mevcut düşüncesinin tazeliğinin ruhunu tahlil etmek istiyordum. Fakat heyhat! Emellerimizle iktidarımızın ebedî elim çarpışması... Bu, hem de başarı ümidinden pek uzak bir yeltenmeden başka neydi?
Doğrusu söylenmek istenirse, bunu yapabilmek için benim ne kadar iktidar ve istidadım yoksa eserin de o kadar tahammülü yoktur. O yolda bir tahlil için bir kere uzun bir hikâye olmalı, sonra yazar birkaç asar-ı mukaddimesiyle daha çok yerleşmiş bulunmalı, bir de tetkik edilecek eserin üzerinden kâfi derecede zaman geçmeli. Binaenaleyh şu satırlar bir tetkik olmaktan ziyade bir tecrübe-i kalemiye, daha doğrusu şöyle bir mülahaza, bir hatıra, rastgele bir kayıt olmak üzere yazılıyor…
İtiraf etmeliyim ki bu hususta kitabın yazarı bana çok yardım ediyor, zira kendindeki fikr-i tahlil ve tetkikin sevkiyle eserlerinin bazısında kendinden öyle bahsetmiş ki ben sade bunların arasından geçip kaydedeceğim. Bunun için eserlerinden objektif, yani gayr-i şahsi olanlarını bırakıp içinde bize kendinden bahsettiği eserleri, kendi ifadesiyle; subjektif, yani şahsi olanlarını ele alacağız.
İşte Hayat-ı Muhayyel, sonra Ey Genç Kız, bu Cahid’in derin ve ince manası layık olduğu kadar anlaşılmayan, bütün bir, kendine has gençlik düşünceleridir, diyebileceğim, pek çok sevdiğim eseri; daha sonra Deniz Hamamında, Karşısında, Yaz Hatıraları, Koruda ve nihayet Senin Muhabbetin…
Biraz evvel söylediğim gibi ilk eserleri Cahid’i son derece karamsar, insanlardan kaçan, katı biri gibi gösteriyor. Mesela Karşısında’yı okuyorum; hep hayatın değersizliği, mücadelelerin beyhudeliği şikâyeti; “mahiyet-i hakirane”mizi takdirden dolayı ihtizarlardan şikâyet ediyor. Şu azametli ufkun, hüzün verici düşünceler telkin eden ebedi manzarası karşısında, tabiatın uyumunun tersine çabalamak isteyen, devamsız, önemsiz, gayesiz ve mevcudiyetine sığamayacak ihtisaslar arayan fani bir yüce gönüllünün kendi mahiyet-i hakiranesini takdiren ortaya çıkan çekinceleri…
Evet, hayatın değersizliği, mücadelelerin beyhudeliği… Hayatımızı sentez eden bütün ihtiyaçlarımız ikna edildikleri hâlde bile bundan doğan memnuniyet pek az devam eder; zaten elde etmek için arkasından o kadar koşup yorulduğumuz isteğimize, şiddetli arzumuza temas edince nazarımızda o kadar büyüttüğümüz bu şeyin de ortaya çıkmasıyla yeniden birtakım acının ihtiyaçlarını meydana getiren bir yeni ihtiyaçtan ibaret olduğunu görürüz. Zevklerimizde öyle bir şey vardır ki elemlerimizden ibaretmişler gibi acı duyarız. Bununla beraber birçok manevî ihtiyaçlarımız, birkaç zavallı zevkimiz var. Fakat bunlar da hep hayalimizle büyüttüğümüz, gerçeklik dairesinden çıkardığımız şeylerdir. Aşk mı? Bütün sevilenler yalancı, bütün kalbi meyillerimiz yalandır. Hakikat-i aşk bir nevi ihtiyacımızın bir nevi memnun edilmesinden ibaret; sade bir hislenmeden, bir maddi arzudan başka bir şey değil. Asıl mevcud olan düzenli hayat zaruretinden ortaya çıkan bencilliktir.
“Bir taraftan Hint bilginlerinin yegâne saadet diye tasavvur ettikleri Nirvana’nın sinesine atılmak için bir arzu beslerken bir hiss-i tahlil –bu azap veren ikilik- tarafsızca, kılı kırk yararak bir nüfuz, garib bir itidal ile bunun sebebini arıyor ve kendi zararıma olarak buluyorum da.”
Böylece, şefkatlerimizin derecesini görmek, anlamak da beşeriyetimizin icabı, yazar tanımadığı, bilmediği bir kadına rast geldiği, onu çirkin bulduğu hâlde sebebini bilmediği bir temayül ile ona nikah kıymaktan kendini men’ edemiyor; bin türlü elem verici düşünceler ile mustarip oluyor; çirkin bulduğu hâlde yine bu sevdiği yabancı kadın tabağındaki çirozu çiğneyerek ağzının açıklığını gidermek istiyor: “Ya ben bütün varlığıma yayılan daimi dertleri mahv etmek için hangi tatlı saadetin tadıyla avunayım? Ah ben tüm bu saadetleri ısırıp şu anda mevcudiyetimdeki marazlı kuyularımın zehirlerini oraya dökecek kadar kötü niyetli, bütün insanlara sefaletlerimizi, aczlerimizi yüzlerine vuracak kadar küstah olmak istiyorum.
Hislerin ve fikirlerin suistimal edilmesinin yaraladığı, sonsuza kadar hasta bıraktığı istek ve irademi ne ile hastalıktan kurtarayım?” Hislerin ve fikirlerin suistimal edilmesi… İşte böyle düşünen, böyle hisseden, bunun için yorulan bir adam bu suistimal etme ile ebediyen hasta olmuş bir zavallıdır; fakat bunu anlamak için bu his, bu fikirleri tanımış olmalı…
“Elemlerimize, ıstıraplarımıza, saadet zannettiğimiz bazı pek nadir, pek muvafakat memnuniyetlerimize daima hissiz, daima umursamaz duran, ulvi kalan şu koca dünya karşısında bize benzeyen daha birçok hasta ruhların da böyle azablar içinde, şu aynı manzaralar karşısında dolaştıklarını, şu aynı manzaralar karşısında içten bir rüyayı beyhude yere takib ettiklerini, fakat hepsindeki bozulan hayatın, sarhoşluğa vekil olan zamanın merhametsiz bir makasla kesildiği, cümlesinin de karanlık, meçhul, yarınsız… Evet, yarınsız ve birlikte derin sözlere karıştıklarını düşününce kalbimde bu değişmez kanunlara karşı bir devamlılık arzusu, hayır, belirsiz, tahlili mümkün olmayan, karmakarışık bir şey tuğyan ediyor. İmkansızlığı kavramaktan meydana gelen bıkkınlık karşısında tevekkül bulamayan kalbimi istila eden zulmetler içinde bir şule, bir ümid arıyorum.”
Arıyor ve bulamıyor, işte elem de buradan geliyor. Tabiat hadiselerinin cereyanına bizim hiçbir tesirimiz olamayacağını fen ve hayat isbat etmiyor mu? Dış görünüşte ulvi bir âheng olmak üzere görünen bu intizamın esası birtakım kanunlara göre birbirlerini imha veya ibka eden unsurların birçok teşebbüs neticesinde peyda olmuş dengeden ibaret değil midir? Bu acı, bu yalnızlığı seven eserler arasında aşırı sevgiye layık bir samimi duygu, bir temiz ahlak, bir yüce niyet gösteren kıymetli sayfalar da var. Bunlarda görülüyor ki yazar sade, saf kalbleri seviyor; bu kötü hâl ve hareketlerden arınmış tabiatlara, bütün perestişini onlara vakfediyor, “Hayat-ı Muhayyel” de tasvir ettiği adamlar hep böyledir; onlar için tertib ettiği hayat tarzı hep bu hayat tarzıdır. Büyüklerini elemlerini kederlerini, zaaflarını, saadetlerini yazmak, işte bunu istiyor; en güzel bir hikâyesi olan “Görücü” de bu esas üzerinedir. Cahid bunda hayatı, vakasız, felaketsiz, birbiri ardına devam eden günlerin yekrengiyle en güzel emelleri solduran, en taze vücutları harab eden hayatı, bize ne güzel, ne şiddetle hissettiriyor; “Bir Münasebet”te yine asıl vaka kahramanı hayattır. Bu sayfalar okunurken insan ayakların aciz kaldığı azametli hayatı görüyor, ondan müteessir oluyor, ölmek istiyor.
Oh kederli, kederli… Hep kederli… Her satırından devasız elemler sızan bu sayfalar, hatta şevklerden, hatta emellerden bahsetse yine insana bir ümitsizlik ve sıkıntı çöküyor; ne yapmalı, ya Rabbim, o halde ne yapmalı? İşte hayat hakikatlerinin bu acılığına mukabil insan bir hayali bir hayat kuruyor. İlkel insanların hayatı gibi saf, mesud bir hayat.
Kitapta buraları okurken hayatın boş telaşı ve zorluklarından dinleniyor, uzun bir dost tesellisi ile mesud oluyoruz.
Fakat hayal içinde hasıl olan bu saadetten sonra yine çirkin hakikatle pençe pençeye geliyoruz; orada ezelî saflığıyla taşıdığı aşkıyla evlatlarına numune teşkil ettiğini gördüğümüz saf ve tertemiz genç kızın yerine hakiki genç kızı görüyoruz; yazar bunu bize olanca maddiyeti, hayvanlığı ile gösteriyor. Bu genç kız, hayal ettiğimiz gibi değil hakikaten yaşadığı gibi tasvir olunan bir genç kız bizi yeniden bir bezginlik devrine boğuyor; anlıyoruz ki yazarın bütün acılıklarının ilk sebebi bu genç kızdır; hayat hakkında ilk emellere, ilk hülyalara onun için düşmüş, her şeyi onun için istemiş, fakat sonra onun ne olduğunu öğrenmiş, emellerini, itikadlarını hep onun nazarı, vefasız tebessümü, soğuk aşkı ile zayi etmiştir. İşte bundan feryat ediyor, fakat bütün eski emellerin özlemini ne acı acı ihsas ediyor, eski güçlü itibatını acıyla yâd ederek şimdi ne hâle geldiğini ne şikâyetlerle anlatıyor.
“Ne yaptın ah ey genç kız?” diyor, “Hani o saflıklarla, güvenlerle, ümitlerle dolu olan kalbimi ne yaptın?” Şimdi o kalbin yerinde, o bütün saflığı ile, bütün yüceliği ile ince bir tül mendil gibi pembe pençesine teslim ettiği o kalbin yerinde paçavra gibi bir kan yığını görüyor… Çünkü onun bütün düşüncesinin gücü bu genç kızın cazibesinin hazinesine yeni bir kutsama sebebi ilave etmekle meşgul ve hoşnut idi.
-Mabadı var-
(Mehmed Rauf, Tedkikat-ı Edebiye-“Hayat-ı Muhayyel” Muharriri, SF, nu. 431, s. 233-236)
1991 yılında Adana’da dünyaya geldi. Aslen Sivaslı. İlk ve orta öğretimini Adana’da tamamladı. 2015 yılında Sivas Cumhuriyet Üniversitesinde Türkçe Öğretmenliğinden mezun oldu. Yine aynı üniversitede Türk-İslam Edebiyatı alanında yüksek lisans yapıyor. Öykü ve diğer yazılarıyla Aşkar, Muhayyel, Dergâh, Edebi Müdahale, İzdiham, Semaver, Bengi, Teksir, Âfâk dergilerinde yer aldı. Halen Aşkar dergisinin öykü editörlüğünü yapıyor.Eserleri: Beyaz Lale (Çeviri), Gözümde Yaş Görseler (Öykü)