"Okur, nesnelerle durumları adlandırma görevi yüklenmiş bütün dilsel göstergelerin taşıdıkları tek tek anlamları, yapıtın sesbirimleri ile sözcükleri düzeyinde kavrar. Yapıtta çizilen bu nesnelerle durumlar arasındaki yalın varoluşsal ilişkileri de anlambirimleri düzeyinde kurmaya, tasarlamaya başlar. Tümcelerin bütün metnin bağlamı içindeki karşılıklı ilişkisinde beliren birbirine örülü görüşler ise, yapıtta tümce aşamasına değin hazır olarak sunulanlar ötesindeki anlamalara, amaçlara yöneltir okuru." (Akşit Göktürk / Sözün Ötesi)
"Şiir, yazılmaktayken kendi doğasını da üretir. Herhangi bir şeyi temsil etmemektir bu. Şiirdeki her öğe bir diğeri için bir şeyi temsil etmemeyi esas alarak sadece ilişki kurar. Ama bu ilişki sürekli bir temas halindedir..." (Hayriye Ünal / Eşikteki Özgürlük)
Dilin, zihnin hareket sahası dışında bir alanı, bağımsız bir biçimde parselleme, perdeleme, yeniden boyutlandırma ve gerekirse tamamen ortadan kaldırma yetisi olduğunu - metinsel bağlamda - en doğru ve pürüzsüz şekilde şiirin anlamla alış verişi üzerinden ispatlayabiliriz gibime geliyor. Zira anlamın katmanları ve dil (ses), şiirin kuruluş aşamasında birbirleriyle geçerli birçok organik bağ ihtiva etseler de dilin fonksiyonları, hiçbir sebep sonuç ilişkisi kalıntısı bırakmadan her daim anlamı bu alanın dışarısına itme/taşırma opsiyonuna sahiptir. Şiirdeki ‘saçılmış anlam’ ve müziksel sıralama dilin sahip olduğu bu lüksün ya da özelliğin başlıca sebebidir. Elbette, şiir - anlam eşleşmesine ilişkin bu tespitin geçerlik alanı şiirle sınırlı değil. Örneğin bilincin ve bedenin ortaklaşa bir yanılgısı olarak ortaya çıkan "dil sürçmeleri" bile anlamın birkaç saniyeliğine yerinden edilmesine neden olduğundan benzer bir ilişki ortaya çıkarabilir. Yani bile isteğe eğip bükmeden ya da sanat yapmaksızın da kelimelerin kendi kimliklerinden sıyrılarak yeni işlevler kazanabildiğini görebiliyoruz. Fakat şiir tüm bu saçmalıkların ya da kaosun en azından göze hoş görünmesini sağlayacak bir yapı ortaya koyduğu için şair ve okuyucu için tercih sebebidir.
Üstteki çıkarımlara şiir özelinde bakarsak çoğu kasıtlı (bilinçli demek istiyoruz sanırım) olmamakla birlikte sözün (bir kelimenin, hatta bir noktalama işretinin) genellikle sarf edildikten sonra bir daha ilk haline ulaşamadığını görürüz. Ya da şiir bize söylediğimiz şeylerin terkibini sunduğu için sürekli bir yenilik, bir başkalık duygusuyla karşı karşıya bırakılırız. Çünkü şiir esnasında ağzımızdan çıkan, bazen kaçan bir kelime artık başka vurgu ve seslerin arasında kimyası değişmiş, bozulmuş ve yepyeni bir form olarak yer tutmuştur. O, artık olsa olsa şiirde tamamlayıcı bir arabirim olarak iş görebilecektir. Bu mantıkla yol tutarsak; şair şiir kanalıyla hiç kastetmediği bir şeye aşina oluvermiş ve aynı anda onun başkalarına ulaşması için aracılık etmiş kimsedir diyebiliriz.
Tüm bu söylediklerimiz, şiirle anlamın neredeyse sıfır noktasını, -ilk buluştukları noktayı- esas alan bir bağlama sahip. Yani bahsettiğimiz dil anlam ilişkisinin gözlenebilmesi için anlamın uçurulmuş, bile isteye maniple edilmiş olması şartı aranmaya gerek yok. Daha açık söylersek yukarıdaki tespitlerimiz Orhan Veli'nin "Hiçbir şeyden çekmedi dünyada. Nasırdan çektiği kadar." dediği yerden başlayıp, Hayriye Ünal'ın çoksesli şiiri üzerinden henüz kestiremediğimiz bir bilinmeze dek ilerler..
Hayriye Ünal’ın “Çoksesli Şiir” poetikasının tüm ayrıntılarını bir araya getiren “Eşikteki Özgürlük” 2011 yılında Hece Yayınları arasında çıktı. Kitabın adı Eşikteki Özgürlük, bir alt başlık olarak da "Çoksesli Şiir" kapakta duruyor. Sanırım Eşikteki Özgürlük'ten Ünal'ın şiire ilişkin tüm yaklaşımlarını, çoksesli şiir'den ise kitabın ana fikrini ya da hareket sahasını anlıyoruz. Bunun dışında kitap, bir bütün olarak ele alındığında yer yer yazarına özgü bir dikkatle kotarıldığı için teorik olarak kendisini hemen ele vermiyor. Bir başka seçenek de Ünal'ın çoksesli şiirin havzasını tamamen parsellemek için detaya inmiş olabileceği varsayımıdır. Tam da bu nedenle yazar “çoksesli şiir”in “Çok başlı teori" olarak okunmasını mümkün kılmış diyerek dikkatimizi meseleye daha da yoğunlaştıralım. Ünal, çoksesli şiiri direkt olarak teksesli şiirin (tek sesli şiiri çok sesli şiirin sınırlarına bakarak tespit etmek daha kolay, en azından Ünal'ın düşünceleri istikametinde) karşısına koyuyor. Kablolardan hangisini keseceğimizi bize teorisinin pratiğini anlatarak bir bir gösteriyor; nadiren de sadece ima ederek geçiyor. "Nesne" ve "Özne" arasına çizdiği sınırlar şiirin (en kötü ihtimalle teksesli şiirin) nesne ve özne üzerine kurduğu hattı biraz aşıyor gibi. Yani teksesli şiiri sadece kapsam değil boyut olarak da dışarıda bırakan bir şeyden bahsediyor. "Bugünün şairi 'gösterenlerden oluşmuş bir galaksi' kıvamındaki günümüzün çok dilli dünyasını çözmeden, bugünü iyice dinlemeden, sanatsallaştırıp yeniden kurmadan bir yere gitmeyecektir, hele geri hiç! Teksesli bir şiirle avunmanın yolu çoktan tıkanmış durumdadır. Şiirle direnç kazanmaktan bahsedeceksek ve edebi hazzın yaratılması önemini korumaktaysa ki ben bunun önemine şiddetle inanıyorum, çok sesli şiir fonksiyonel bir uğrak ve açık uçlu bir mecra olarak ufukta belirmiştir. " Ünal'ın Çoksesli şiirle ilgili başka çekingeleri de var. Teorinin dozu, kullanım alanı ve muhataplarıyla ilgili sorunlar bunlar arasında: "çoksesli şiir poetikasının da bu ortama sunulduktan sonra rastlantısal girişimlerle karıştırılması veya işte 'şiirin şusu busu' olmaz, 'şiir şiirdir' gibi avamca tepkileri çekmesi çok da şaşırtıcı değildi. Manifesto ile karıştırıldığına da tanıklık ettik. Ancak daha ciddi sorgulamaların olmadığını söylemek edebi kamunun o naif var oluşuna haksızlık olur."
Ünal çoksesli şiirin, mevcut şiirin ve dolayısıyla insanlığımızın bir itibarı olarak anlaşılması için çaba harcıyor. “Buradan gidilecek poetik patika çoksesli şiirin patikalarından biri olabilir. Bir kez daha yaşamak şiirin temel prensibi olmalıdır. Bir kez daha doğa yeniden kurulmalıdır.” (s 24) Bu uğurda şiirin, daha genel anlamda sanatın serüvenine eğilerek poetikasını manifestonun uğultusundan net sınırlarla ayırıyor. çoksesli şiir gereksinimini doğrudan sanatın zaaflarına ve şiirin ihtiyaçlarına yönelerek anlamlandırma gereksinimi tüm kitap boyunca hissediliyor.
Hayriye Ünal çoksesli şiirin çerçevesini çizerken, birtakım ithal düşüncelerini özellikle ve açıkça Mihail M. Bakhtin’e bağlıyor: “Bakhtin’in ‘kaynaşmamış bilinçler çoğulluğu’ olarak özetlediği çokseslilik, “bir başkasının ‘Ben’inin bir nesne olarak değil ama bir başka özne olarak olumlanışı ilkesine yaslanır….” Aslında Ünal'ın genel anlamıyla Bakhtin'in dışına taşmak için onu merkez aldığını söyleyebiliriz. Bakhtin demişken Ünal'ın roman özelinde kurulmuş bir kuramı şiire aktarması (bunu kendisi de vurguluyor) işleri ilk etapta biraz karmaşık hale getiriyor. Şiirle roman bir tür olarak çok başka şeyler olmalarının yanında temel mantıkları birbirinin tam zıddı iki türdür. Şiir anlam katmanlarının ve süreçlerinin azaltılması, roman ise çoğaltılması üzre yazılır fikrindeyim. Eğer Bakhtin bu kuramı roman değil de şiir üzerinden teorize etmiş olsaydı Ünal'ın daha kestirme bir yol kullanmasını bekleyebilirdik. Tabii Bakhtin'in "Retorik bir oluşum olarak romansı düzyazıyı şiir alanından tümüyle dışlayan bakış açısı -tamamen hatalı bir bakış açısıdır bu- tartışmasız bir meziyete sahiptir." dediğini bilmek işini kolaylaştırmış olmalı.
Çoksesli şiir, düşüncenin yoğunluğunu ve onun sunum eşiğini temel alıyor. Ünal'a göre "Çoksesli Şair henüz tamamlanmamış olan dünyaların çekim alanında, kıyısında ya da içindedir." Bu nedenle çoksesli şiirde mümkün olan hiçbir şeyin geçmişin ışığında geliştiğini söyleyemeyiz. Bu ve benzeri ilkesizlikmiş gibi duran tanımlar aslında teorinin odağını oluşturuyor. Çünkü Ünal'ın çıkarımlarından çıkardığımız kadarıyla teksesli şiirin yaşatıldığı dünya bir tufanla çoktan yok olmuştur. Artık mizaç olarak çoksesli şiirden başkasını şiir olarak duyamayacak ya da işine geldiğini duyacak bir kitle var önümüzde . Her ne kadar anlam tüm diriliğiyle (acısıyla) karşımızda dursa da onu kavrayacak öznenin (hem okurun hem şairin) durumu bulunduğumuz eşik açısından bakarsak oldukça kritik seviyelerde. Samimiyet çabucak provoke edilebilir durumda. Gündelik yaşamla, şiirsel üslup arasında nasıl bir bağ kuracağımızdan emin değiliz. Okurla şiiri buluşturacak kanalların birçoğu tıkanmış durumda. Son sayfasına kadar periyotlarla bizlere bunu ima eden Eşikteki Özgürlük bu bağlamda zihnin sıradan işlemlerini değil, sıçrama noktalarını, psişik belirtilerini, arka planını ve kuramsal eşiğini kurcalıyor.
Kitapla ilgili en çok kafa karıştıran şeylerden biriyse çoksesli şiiri teorize eden kısımların nerede başlayıp nerede bittiği. Yani kitabın tamamının tamamen tek bir şeyi teorize ettiğini söyleyemeyiz. İçerikte şiirimizin gündelik sorunlarını teksesli olarak ele alan eleştirel metinler var. Yukarda da belirttiğim üzre Eşikteki Özgürlük üst başlığı kitaptaki düşüncelerin evrensel kümesi çoksesli şiir ise alt kümesidir. Çünkü Ünal güncel birtakım yazıları, örneğin "Murat Güzel'e dokundurma" niyetine yazısını, kitabın ortasına alarak teori sistematiğini (en azından okur alışkanlıkları açısından şekillenen sistematiği) bozuyor. Ancak bu bizim çoksesli şiirden anladığımız şeyin bulanıklaşmasına neden olmuyor. Çoksesli şiirden bahsettiğinde, bunu öznenin ve nesnenin sınırlarına inerek, onların sınırlarını insana indirgeyerek şiir içerisindeki olası konumlarını bulmaya, bir adım sonra de tüm bunları bir arada göstermeye çalışıyor.
Kitaba değil ancak teoriye (alt kümeye) ilişkin bir eleştiri getirecek olursak; şiirin içerisinde ölçülebilecek çok somut veriler ortaya konulduğunu söyleyemeyiz. Ünal'ın "Eşikler eşikteki tereddüt anları, mekanların bütünlüğün bozan her türden açıklık, tünel, istasyon, toplu taşıma araçları, zamanda bir eşik anlamına gelen her olgunlaşma belirtisi, travmatik geçiş ritleri çoksesli şiirin vazgeçilmez unsurlarıdır." gibi açıktan verdiği örnekler bile birer tespit, bulgu ya da ipucu sayılamaz. Tabii şu var ki kitap boyunca çoksesli şiir özelinde kurulan çağrışımlar otomatikman zihnimizde bir şiir kalıbı oluşturuyor ya da en kötü ihtimalle zihnimizde var olan bir şiir kalıbını parçalıyor. Denilebilir ki çoksesli şiir, işin tekniğinden çok şiirsel altmetinleri duyma/duyurma işlemi olarak ele alınabilir. Şiir ve şairin arka planda bırakmak zorunda kaldığı hatta bazen bu kadarına bile cesaret edilemediği anları görüntüleyen bir sistem olarak "çok sesli" olarak yazılmayı bekliyor. Çoksesli duymadan, düşünmeden bunu gerçekleştirmek elbette güç. Hayriye Ünal çoksesli şiire giden damarları açmaya değil işaret etmeye çalışıyor. Operasyon ise, ancak bu doğrultuda şiir yazarak gerçekleştirilebilir. Bu anlamda Ünal'ın kendi yazdığı şiirlerin bile bu rotasyonu sağlayıp sağlamadığı tartışılır.
Aslında Eşikteki Özgürlük, çokbaşlı bir teori olarak okunabileceği için bize çoksesli şiirden fazlasını söylüyor. Kitapta metinler üzerinde sıfırlanabilecek küçük küçük teoriler de söz konusu. Ünal şiirsel bilincin -yarı açık bazen tamamen kapalı- tüm varyasyonlarını biraz da sezgisel göndermelerle yorumluyor. Yer yer şiirin alabileceğinden fazlasını dile getirdiği düşüncesine kapılabiliriz, ancak çoksesli şiirin nerde başlayıp nerde bittiğini tam olarak anlamadığımız sürece bundan da yeterince emin olamayız. Çünkü son kertede Ünal, bazı varsayımlara ikna olmamız koşuluyla yumuşak bir "post modern -şiir" tanımı yapıyor. Şiirin ihtiyaçlarıyla olduğu kadar lüksleriyle de ilgilenen Eşikteki Özgürlük, dolayısıyla çoksesli şiir, şaire definenin yerini gösteriyor mu? bilemeyiz... Ama haritayı anlamak için yorumlanması gereken işaretler taşıdığından emin olabiliriz.
(Karagöz, s.18 )