Stendal’in Kırmızı ve Siyah’ı bir taşra kasabasında başlayıp Paris’e taşınıyor ve sonra başladığı yerde bitiyor. Marangoz ve köylü bir babanın oğlu olan Julien’in hayatı çevresinde geçen bir roman. Kitap 2001 yılında beşinci kez basılmış.
Burada konudan ayrılıp Millî Eğitim Bakanlığı Yayınlarının başına gelenlere kısaca temas etmekte fayda görüyorum. Hasan Âli Yücel’den beri devlet yayıncılığında bir yüz akı olmuş ve özellikle klasiklerin yayımlanmasında hiçbir kaygı gözetmeden şark, batı ve Türk klasiklerinin her zaman piyasada bulunabilmesine imkân sunmasından dolayı fikir ve edebiyat dünyamız için büyük bir teselliydi MEB yayınları. Ayrıca fiyatlandırma politikasında da kâr amacı gütmeden hareket edebildiği için piyasada bir denge unsuru olarak her zaman geliri düşük okurların yüzünü güldüren bir seçenekti.
1940’larda başlayan tercüme ve yayım faaliyetlerinden dolayı MEB’in bastığı birçok kitabın dili ortalama okuru son zamanlarda iyice sığlaşan ve bir sözün pek çok kavramı karşılar hâle geldiği bir Türkçeden daha zengin ve ifade imkânı geniş bir Türkçeyle karşı karşıya bırakması bakımından geliştirici bir etkiye de sahipti. Bu yönüyle de Osmanlı dönemi ve Cumhuriyet’in ilk 50 yıllık dönemindeki dili günümüze taşımasıyla çok büyük bir vazifeyi ikmal etmekteydi.
Lâkin bu son dönemde alınan sebepsiz ve keyfî bir kararla Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları lağvedildi. Hem de başında yeni Türk edebiyatı doçenti varken ve muhafazakâr-demokrat bir parti iktidardayken!
Şimdi kim basacak Keşfü’z Zünûn’u? Şöyle bir gerekçe dillendirilmiş bu karar alınırken: “Efendim devlet ticaret yapamazmış”! Evet zaten tam da onun için gereklidir devlet yayıncılığı, kâr amacı gütmez, satışı uzun zaman alacak kitaplar vardır, ticaret amacıyla kurulmuş yayınevlerinin basmaya yanaşmadığı, fakat mutlaka basılması gereken kitaplar vardır, bunlar işte MEB gibi Kültür Bakanlığı gibi yönü eğitime, edebiyata, sanata ve kültüre dönük bakanlıkların bu tür yayımlar yapması gerekir, işte “devletin ticaret yapmayacağı” gerçeğinden hareketle kamuoyu tarafından beklenen yayınevleridir bunlar.
Şimdi kim basacak İslâm Ansiklopedisi’ni, Ferheng-i Ziyâ’yı, Şark-İslâm Klasiklerini? Ya da 1940’larda, 50’lerde yapılmış yüzlerce tercüme nerelerde değerlendirilecek? Yakup Kadri, Orhan Veli, Nahid Sırrı ve daha birçok mütercim tarafından Türkçenin en güzel metinlerinin ortaya konduğu bu tercüme ve teliflerdeki dil günümüz insanına hangi yolla taşınacak?
Şimdi sâye-i devr-i nezaretlerinde Türk millî eğitimi bütün sorunlarından âzâde bir vaziyette geleceğe umutla bakmaktadır. Yayınevi kapanmış ve Türk millî eğitimi bütün meselelerini çözmüştür! Yaşasın, Türk millî eğitimi artık bütün sorunlardan kurtulmuştur. Eğitim âsûde bir bahar ülkesidir şimdi Türkiye’nin her köşesinde.
Kitap yayımının durdurulup MEB yayınlarının lağvı ile ÖSS’deki sıfır çekme kepazeliği sona ermiş, liseden mezun olurken yayınevleriyle sayfa başı % 12lik bir telif ücreti teklifi alarak şu kadar öğrenci yazar, şu kadarı eleştirmen, şu kadar da şair olarak mezun olmaktadır. Şu kadar öğrencimiz de başta Amerika olmak üzere birçok gelişmiş ülke üniversitelerinden burslu okuma teklifi almaktadır! Neden daha önce MEB’e böyle harika icraatlarıyla böyle yüce kararlar alıp bütün sorunlarımızı bir çırpıda çözüveren bir bakan gelmedi, yazık yıllarımıza, yazık nesillerimize!
Şu davanın açılması aslında bu taraftan bakıldığında büyük bir iyilik mi acaba diye sormak geliyor içimden?! Ee, olan her şeyde bir hayır vardır denilmiştir.
Neyse dönelim Stendal’a, dilinden anladığım kadarıyla ilk olarak 1950’lerde basılmış olmalı, Ataç denemelerinde kullandığı dilin ilk ürünlerini sergiliyor, ilk örneklerini tecrübe ediyor, ama biraz ürkek ve çekingen. 1950’lerde Türkçeye tercüme edilen bu eser 1800’lerin Fransasında yaşanan bir hadiseyi anlatıyor. Tarihin bu olduğundan emin değilim, hızlı okuma tekniğiyle filan da okumadım, ama bu civarlardadır, itimad edin.
Kırmızı ve Siyah, Stendal’in klasikleşmiş bu romanı (veya diğerleri) bir okur olarak bugün bize ne verebilir? Bu tür kitapları çevirenler, bilhassa Ataç zihniyetindeki kişiler, bugünlere matuf olarak, “yahu nasıl olsa batılılaşıyoruz, ileride tamamen bir Fransız gibi düşünüp yaşayacaklar ve bu metinlerdeki âdâb-ı muaşereti, adetleri, davranış kalıplarını, asalet ve sınıflar arası ilişkileri tıpkı onlar gibi içselleştirecekler, onun için bu çevirileri bir tür ara metinler olarak kurgulayalım, geçiş aracı olsunlar” şeklinde mi düşünmüşler acaba.
Altından kalkılamayacak kadar 18. asrın Fransız cemiyetine ait toplumsal kavram, bir sürü ne olduğu anlaşılmaz din adamı, bunların bir sürü unvanı… talebeleri ayrı, kilisedekileri ayrı, kilise okulundakileri ayrı, kadını ayrı, erkeği ayrı… Bunlardan başka, asalet ayrımları, devlet kademesinde çalışanı ayrı, askeri ayrı, köylüsü ayrı, kentlisi ayrı, kadını ayrı erkeği ayrı! Yani bir romanı adam gibi anlamak için bugünkü Fransızların bile pek iplemediği bir sürü lüzumsuz hiyerarşiyi, unvanı ifade eden kavram ve kelime yığınını aktarmak zorunda okur! Bunların birçoğunu anlamadan atlayıp geçiyor okuyucu, sonra bu kavram ve kelimelerin tercüme edilemezliği yüzünden bir o kadar Fransızca kelime ve kavramla boğuş bakalım! Meselâ:
“femme de chambr” veya “monsieur”, tabii ikincisi en basiti, hele o nasıl okunacağına akıl sır ermeyen isimleri, hele bir de yazıldığı şekline değil de okunduğu şekline Türkçe ek getirildi mi, zevkten okunmaz hâle geliyor satırlar! “monsieur” kelimesine bir yönelme hâli eki getirelim, nasıl gelecek “monsieur”a mı diyelim, “monsieur”e mi diyelim veya araya yardımcı ses ilave edip “monsieur”ya veya “monsieur”ye mi olmalı?!
Yani bu kelimeyi mösyö yazmaktan neden bu kadar çekinmişler anlamak mümkün değil… Putuna dokundurtmayan ilkeller gibi, mösyö yazınca yıldırım düşer filan mı zannediyorlar! Daha bir sürü, aslî imlâsıyla okuyana pösteki saydıran curé, juiest, mademoisella, prince, jacobin gibi kelime…
Bunların dışında metne Ataç’ın hediyesi olan anlaşılmazlıklar da zikredilmeyi bekliyor.
Nurullah Ataç, Lâtince eğitimi savunmuş ve Türkçeyi Arapça ve Farsçadan kurtarmayı kendine şiar edinmiş bir “aydın”ımızdı. Elinden gelebilseydi adını Tanrıışığı yapacak kadar bu işe sevdalanmış bir savaşımcıydı. Bu tercümeyi galiba bu işlere ilk soyunduğu sıralarda yapmış olmalı. Sonuçta ortada daha sonra utanmasını gerektirecek bir metin var. Hodbin, meziyet, hülya, v.s. v.s., vakit, ihtiyat, hayal, nadimlik ilh. bunlar hiç Ataç’a yakışıyor mu?
Zikrettiklerimiz dışında ileride iflah olmaz bir yeni dil icracısının haberlerini veren bazı kelimelere ve böyle bir mücadelenin ipuçlarını veren gayretkeşliklere şahit olunuyor.
Bu tercümede Ataç’ın Fransızca bir ibareyi Türkçede ifade ederken birkaç değişik tavrına şahit olunmaktadır.
İlk göze çarpan tavrı, Türkçeyi kendi başına bırakmış ve sadece Fransızca ibareleri tercüme etmiş olmasıdır ki, bu romanda genel olarak hakim olan davranış budur. Zaten bu yüzden roman her şeye rağmen okunabilir durumdadır.
İkinci olarak dilde var olan Arapça terkip ve tamlamaları Türkçeye taşıyıp kelimeleri ayıklama yoluna gitmeden ortaya koyduğu bir yöntem göze çarpmaktadır. Bu yöntemi daha az kullanmakla beraber, Fransızca karşısında başka türlü bir ifade imkânı bulamayınca başvurduğu bir yoldur. Meselâ 8. ve 9. sayfadaki “sadıklar mesiresi” tamlamasına bir yıldız işareti koyup dipnotta bir açıklama ihtiyacı hissetmiştir: “«Cours de la Fidélité» için eski dille «mesiretüssadaka» daha iyi olurdu” demektedir. Daha iyi ise neden kendi okurundan daha iyiyi esirger bir “aydın”?!
Bu tür ürkek veya korkak tavrını farklı bir bağlamda da olsa bir başka yerde daha gösteriyor. 42. sayfada romanın baş kahramanı olan Jülyen’i öven “hayli sofu, bön bir kadıncağız”ın:
“-Tanrım kem gözden esirgesin ne de şirin papaz” cümlesinde yine dipnotlu bir açıklamaya başvuruyor. Burada “papaz” kelimesinden sonra bir yıldız koyup dipnotta şöyle bir açıklamaya gitmiş: “Burada «papaz» yerine «hafız» demek elbette daha doğru olurdu ama cesaret edemedim. N. A.”
Burada Ataç’ı korkutan şey nedir, halk galeyana gelip başını isteyebilir endişesi mi, olamaz, çünkü tarih 1600’ler değil, 1940’lar, dile karşı duyduğu sorumluluk mu, yoksa «hafız» kelimesinin sadece Kur’an-ı Kerim’i hıfz edenler için kullanıldığını zannedip küfre düşme veya böyle algılanma korkusu mudur?
Dile karşı hissettiği bir aydın sorumluluğu olamaz, çünkü ileride Türkçede tamiri zor yaralar açacak saldırıların ilk işaretlerini bu çeviride vermektedir. Diline karşı bir sorumluluk hissetseydi ileride her biri bir kara mizah örneği olan tilciklerinin ilk misallerini vermeğe bu metinde başlamazdı. Galiba “hafızlık” kavramının sadece Kur’an-ı Kerim’i ezberleyenler için kullanıldığını zannediyordu.
Ataç’ın son tavrı tercümede ihtiyaç duyduğu kelime ve kavramları dilde var olanları kullanmak yerine kelime uydurma yoluna gitmesidir. Ataç adına üzülerek ifade edeyim ki pek başarılı olduğu söylenemez. Bu romanda kullandığı yirmiden fazla kelimeden sadece birkaçı tutunabilmiştir: eşit, suçlamak ve eğim. Bunların dilde kullanılan kelimeler olup olmadıklarını söylemek zor, ama Ataç’ın dipnotlarda verdiği “eğim=temayül”, “suçlamak= ittiham etmek”, “eşitlik=müsavat” gibi açıklamalara bakılırsa bunlar bilinip kullanılmayan, Ataç’ın ilk kez kullandığı kelimeler veya halk ağızlarında bilinen, edebî dile yabancı kelimeler. Buradaki eğim de aslında kabul edilmeyebilir, eğilim olmalı, ama 62. sayfada şöyle bir cümlede bu açığını kapatmağa çalışmış: “Julien onlara içinden bir eğilim duyuyordu.”
Romanın pek çok yerinde Fransız parası olarak “lira” yazmış, arada Türklüğü tutuyor!
Arapça ve Farsça kelimelere karşı gösterilen bu tahammülsüzlük eğer, laiklik, çağdaşlık vs.’nin bir göstergesiyse, neden Hıristiyanlık kaynaklı Fransızca sözlere karşı da aynı titizlik gösterilmemektedir. Din sadece İslâmiyet söz konusu olduğunda mı çağdaşlığa halel getirmektedir. Saf ve arı Türkçe Arapça ve Farsça kelimelerden soyulduğu zaman mı elde edilen bir şey? İngilizce, Fransızca veya sair bir dil istediği gibi (imlâsıyla, söz varlığıyla, deyimleriyle, özel adlarıyla) dili işgal edebilir, bunda sadelik veya arılık bakımından bir mahzur yok öyle mi?
Yeni kullandığı sözlere bazen ayraç içinde Osmanlıca karşılığını vererek ifade etmeğe çalışmış, bazen de dipnotlarla.
Basısını (tab’ını); yıldız-bilen (dipnotta)= heyetşinas, astronome; bağınsız (dipnotta)= müstakil; önemlemek (buna karşılık vermemiş, kelimenin doğru ve seçeneksiz olduğundan o kadar eminki!); istek beslemek (karşılık verilmemiş, Fransızca veya Osmanlıca neye tekabül ettiği meçhul, arzu etmek olabilir?); yapmalık (karşılıksız bir başka kelime, sun’î olabilir); önemlemek; asılzade (bu kelime de tuhaf, dizgi hatası filan değil, defalarca kullanılmış, aslında asilzade olmalı idi, asil’i asıl yazınca Türkçeleşmiş mi oluyor, asıl<asl Türkçe mi?); çere(?) “ancak şahsi çerelerle başa çıkabileceğini pek anlayamadı -ben de pek anlayamadım-); benbenlik, “kendisine yüksek benbenliğin (nahvetin) başlıca kurallarını öğretmiş olan”, burada bir kurnazlık yapmış “benbenlik” karşılığı olarak “nahvet”i veriyor, bu kelimenin kullanımı kısıtlı, yaygın olarak kullanılan kelimenin daha zor alt edileceğini düşünüyor! “nahvet”, Kibir, gurur; kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme anlamlarına geliyormuş, Ataç’a uyup diğergamlık için de “sensenlik” kullanılabilir aslında.
Bir de şunu merak ediyorum: “Talih ondan hiçbir şeyi esirgememiş, her şeyi bol bol vermişti” (s.117) ve “kısmet üvey analık edip beni cemiyetin en gerisine atmış” (s. 136) cümlelerindeki “Talih” ve “kısmet” kelimeleri Fransızca aslında “Tanrı, kader, takdir” diye mi yazılmıştı?
Ama her şeye rağmen MEB yayınlarından bir kitabı okumanın ayrı bir havası vardı, mütercim Ataç da olsa ODTÜ’lü veya Boğaziçili Türkçe bilmezlerin çevirilerinden mukayese edilemeyecek kadar zevkliydi. Düşünsenize bu kitabın “Kızıl ve Kara” diye de bir çevirisi var!