İnsan yaşamı birçok kavramı/değeri özünde barındırır. Sözgelimi, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi... Bunların hepsi yaşamı bir hamur gibi yoğurarak, ona türlü şekiller vererek yeniden meydana gelmesini sağlar. İnsan bu sürekli devinim içinde kendini tanımaya, kim olduğunu anlamaya çalışır. Ona ancak özgür bilim ve felsefe yardım edebilir.
Günümüzde trafik karmaşası, çevre kirliliği, bölgesel savaşlar, tüketim çılgınlığı gibi günlük uğraşlar bizi kendimizden uzaklaştırmaktadır. Artık kim olduğumuzu, neye yaradığımızı, bu dünyaya neden geldiğimizi bir kenara bırakmaktayız. Din ise kendi kulvarından bize yaklaşmakta, Tanrı ve metafizik ağırlıklı seslenişiyle spesifik bir katkıda bulunmaktadır. İşte tam bu aşamada Merih Günay, bir erkek kahramanın yaşamında, sözlerinde, davranışlarında tüm bu haykırışları eğreltir, sağa sola çeker, onları düzenler ve kendince bir yöntemle yeniden ortaya çıkartır. Bunu yaparken de ironik bir bakış açısını unutmaz.
“Martıların Düğünü”, yaşamın içinden küçük bir kesit sunuyor bizlere. Erkek kahraman yürürken ıslık çalan, mutlu, iyi bir ailesi olan, pek de gelecek korkusu taşımayan biridir. “...refah, bereket, mutluluk içinde yaşıyorduk. Pahalı kıyafetler giyiyor, güzel yemekler yiyorduk. s/15” Yaşamın içinde ‘anlık’ kırılmalar, sürpriz çıkışlar, tuhaf olaylar vardır. Erkek kahraman yazgısını sınamak, Tanrıyla bir şaka yapmak ister. Ondan sonra da olanlar olur. Burada yazarın varmak istediği nokta şudur: İnsanın şansı ve yazgısı ne kadar gerçektir? Bunları değiştirebilir mi? Tanrı’ya inanan bir mümin hiç kuşkusuz diyecektir ki, insanın yaşamı önceden kurgulanmış bir senaryodur. Böyle midir gerçekten? Yoksa yaşam diye bildiğimiz, içinde yaşadığımız ‘şeyin’ adı sonradan oluşan bir ‘gelişim’ olmasın sakın? Son yıllarda çokça moda olan matrix türü bir yazılım içinde çırpınan, aslında sadece bir harf olan, yazgısı belli bir figür müdür insan? Soruları çoğaltmak olasıdır. Belki de özgür akıl ile kendini yenileyebilen, inisiyasyon sayesinde ruhunu tanıyabilen bir varlıktır insan. Yazarın ironik bakış açısı metnin tamamını kaplamış ne yazık ki. Bize göre böylesine duyarlı ve üzerinde çokça edebi tartışmaların yapılacağı konular daha felsefi bir yorumla öyküleştirilmeliydi. Yazarın kişisel sınırlarını zorlamadığı bir ‘alanın’ oluşumu, varlığı, döngüselliği öykünün içinde kendini hemen gösteriyor. Sokrates’in ünlü ‘bilgi doğurtma metodu’ ile neler yaptığını, kölelerin bile ağzından hangi bilgileri ortaya çıkarttığını biliyoruz. Tanrısal irade açısından ise, ‘inanç’ her şeydir. Bu yadsınamaz. Yaşamın arka yüzüne bir ayna tutan yazar zekice bir değerlendirme ile oluş ve yokoluşu yer değiştiriyor. Doğanın özündeki zıtlık ve karmaşayı kahramanın yaşamına odaklıyor, metaformaz bir gözlükle olayları yorumlamaya başlıyor. ‘Ben’ ile diğer üst/beni çarpıştırıyor, yok ediyor, onların iç içe geçmiş ve dağınık hallerinden farklı bir yaratım sağlıyor. Bunları tek bakış açısıyla yapmaya çalışması yeterli düşünsel zenginliği kazandırmıyor...
Büyük bir kentte yaşanan terör olayları, deprem gibi olumsuz gelişmeler kahramanın kişiliğini, yaşamını, düşlerini tümden değiştirmiştir. Bu duruma Tanrı’nın laneti de denilebilir, başka bir şeyde... Yaşamda doğum gibi ölüm olayı da her canlının yazgısıdır. Kahramanın babası ölmüştür. Başlangıç ve son! Her ikisi de insan yaşamını doğrudan etkileyen, belirli bir anlam veren temel unsurlardır. Nitekim kahramanımız da ölüm olayından ve yaşadığı büyük felaketlerden sonra belirli bir değişime uğrar. Bilinç yitimi, bellek kayması, dejavu gibi akılsal törpülenmeler ile ruh sağlığı elden gider. O artık olayların yarattığı ‘başka biri’ olmuştur. Yazınsal metinde ise insanın söylemleri, davranışları ile önceki yaşamı arasında derin uçurumlar belirir. “Yüzümü yıkayıp tekrar baktım, korkunç görünüyordum. s/26” Aynanın arka yüzü kendini göstermeye başlamıştır.
“Martıların Düğünü” Merih Günay-h@vuz yayınları, Ankara 2007